27 Kasım 2011 Pazar

Mehmet Akif Ersoy'un Kur'an-ı Kerim'i Tercüme Etmek Hususunda En Çok Korktuğu şey Neydi?

Mehmet Akif Ersoy'un Kur'an-ı Kerim'i Tercüme Etmek Hususunda En Çok Korktuğu şey Neydi?



Kur'an-ı Kerim'in Türkçe meâli ile İRŞAD değil İFSAD (Fesat-bozgunculuk) yapılacaktı... Ben, bir ara, Akif Bey'in çekingenliğini yersiz buldum. Bu hâli onun taassubuna hamleder gibi oldum. Yanımızda bermutad Basri Bey de vardı. O serinkanlı Akif Bey canlandı ve içini şu yolda boşalttı: "Oğlum, sen bu işi basit mi sanıyorsun? Tercümesi istenen eser roman değil, beşeriyetin (insanlığın) içtimaî(sosyal) mihverini değiştiren Kur'an'dır. Herhangibir ifade ve ibarenin bile her tabirinde, hatta her kelime ve harfinde -dilbilgisi bakımından- tasrih ve teşmil, ta'rif ve tenkir gibi incelikler vardır. Meselâ Kelâmullah'a gelince, ondaki eslâftan hikâyeleri ve ahlâka ibret tavsiyeleri, emir ve nehiyleri, temsil ve tenzihleri, tebşir ve tenzirleri, vaad ve vaidleri, tergib ve terhibleri başka bir dil ile söylemek mümkün mü?"

Akif bey bu zemindeki sözüne devamla asıl korktuğu akibeti de açıkladı: "Dahası var: Tefsîrsiz ve izahsız tercümeyi eline geçirenlerden bazı mızrak kafalı cüretkârlar türeyecek; "Kur'an'ın mânâsını -Arapça bilmediğimiz için- anlayamıyorduk amma işte tercümesi meydanda. Bizim de akıl ve idrakimiz, bizim de yeter derece kiyaset ve siyasete vukûfiyetimiz var" diyerek pis pabuçlarıyla mindere, minbere çıkacaklar ve oradan vaaz edecekler, hutbeler (nutuklar) İradına yeltenecekler, İslâm'daki hakikî mânâ ve maksadı kavramadan irşad yerine ifsada kalkışacaklar. Öyle küstahların önüne ne ile ve nasıl geçilir?"
(Ruhi Naci Sağdıç, 1958)

*****
(Mehmet Akif, planlanan oyunların farkına varınca Mısır'dan İstanbul'a çıktığı son seyahatinde "Dönmezsem Tercümeleri yakarsınız!" diye vasiyet etmiştir)

Hepsini yakıp kül ettik

Defterler hemen yakılacaktı! Karar kesindi. Ancak Mısır evlerinde ne soba var, ne de ocak... Böyle bir evrak sokakta da yakılamazdı. Aklımıza benim ev geldi. Evim Abbasiye semtinde, Şâri'ul-Ceyş'te 12 numaralı köşkün müştemilâtıydı. Bahçe içinde, küçük, müstakil bir ev. Geniş balkonunda yakma işini rahatlıkla yapabilecektik. Defterleri tomar halinde tekrar bağladık, merhum Mehmed İhsan Efendi'nin göz nuru döküp el yazısıyla naklettiği o ciltli kalın nüshayı da tomarlarla birlikte alarak beş kişi bir taksiye binip Abbasiyye'ye gittik. Evde bizden başka kimse yoktu. Balkona çıkardığımız büyük alimünyum çamaşır leğeninin içinde defterleri birer birer parçalayarak yaktık. Sanki görev, eksiksiz yerine getiriliyor mu diye birbirimizi kontrol eder gibiydik. O ciltli ikinci nüsha da dahil, elde en küçük bir parça kağıt kalmamacasına hepsini yakıp kül ettik. (İsmail Hakkı Şengüler, 1992)

Mehmet Akif Yazdığı Kur'an Mealini Atatürk'e Neden Vermedi? Neden Yaktırdı?

Mehmet Akif Yazdığı Kur'an Mealini Atatürk'e Neden Vermedi? Neden Yaktırdı?
Mehmet Akif Yazdığı Kur'an Mealini Atatürk'e Neden Vermedi? Neden Yaktırdı?

Dücane Cündioğlu


"Onu aşkın kitaba imza atmış olan Dücane Cündioğlu, yakın tarih özellikle Kur'an çevirileri tarihi hakkında yayımladığı eserlerle tanınıyor. "Kuran Dil ve Siyaset", "Türkçe Kur'an ve Cumhuriyet İdeolojisi""Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet" bunlardan bir kaçı. 
Muhterem Cündioğlu'nu "Yeni Şafak" daki şümullü köşe yazılarından da tanıyoruz. Kendisinin yakında, M. Akif'in "Kur'an Meâli"ni tüm yönleriyle ele alan belgesel nitelikteki çalışması kitap olarak yayımlanmak üzere.

Geçtiğimiz ay Türkiye'nin gündemine oturan ve kafaları bir hayli meşgul eden "M. Akif in Meali" ve bu çalışma etrafındaki gelişmeler yine ne yazık ki muallakta kaldı. Son derece spekülatif yaklaşımların malzemesi olan yakın tarihimizin bu çok önemli safhasını yine atladık. Tarihin günümüzü etkileyen gücünü iyi tahlil etme gayretindeki "Tarih ve Düşünce" bu mesele etrafındaki tabansız tartışmalara son verecek tarihçi yaklaşımını ortaya koymalıydı.

Bu çerçevede, yukarıda kısa biyografisini verdiğimiz değerli Cundioğlu ile meselenin hemen her boyutuna temas etmeye çalıştık. Umarız aydınlatıcı olur...

******

Türkiye'nin gündemi çok yoğun... Bu yoğunluğun içi ne kadar dolu, o biraz şüpheli... Böylesi bir hengâmede ülke bir de yaklaşık bir ay boyunca merhum Mehmed Akif in "Arapçılığı", "Mealini Atatürk'e vermemesi", "Bedir-Çanakkale mukayeseleri" ve benzeri konularla uğraşmak zorunda bırakıldı. İsterseniz önce hâdisenin aktüel tarafından başlayalım. Sizce neler oluyor Türkiye'de?


- Evet, Türkiye'nin gündemi gerçekten de çok yoğun... Uluslararası siyaset iyice kızışmış durumda... Büyük devletlerin Avrasya'daki egemenlik çatışmaları şiddetini artırmaya başladı. Öyle ki bu yüzyıl boyunca egemenlik mücadelesinin merkezi Orta Doğu iken, önümüzdeki yüzyılda dökülecek kanlann, bir "jeopolitik merkez" halini alan Avrasya uğruna akacağı kesin gibi... Jeopolitik ve jeostratejik mevkii itibariyle Türkiye de bu mücadeleden ciddi bir biçimde etkilenen ülkelerin başında geliyor ve bu da ülke içi siyaseti fevkalâde etkiliyor. Nitekim 28 Şubat sürecinin, bu gelişmelerin biraz da kaçınılmaz bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla ülke içinde siyasî merkez'in yönlendirmeleriyle zuhur eden din-devlet, din-siyaset ilişkileri bağlamındaki tartışmalara alışmak, hatta alışmaktan da öte hazırlıklı olmak zorundayız.Türkçe Ezan, Türkçe İbadet, Türk Müslümanlığı, Gerçek İslâm, Birarada Yaşama projeleri, Kur'an çevirileri, Akif in ve İstiklal marşının konumu ve son olarak 230 ayet meselesi... Bütün bunlara alışmalı ve olup bitenleri doğru yorumlamalıyız...

Niçin bu türlü konular? Çünkü dünya, dolayısıyla Türkiye 1930'lara, 1940'lara, yani II. Dünya Savaşı öncesi şartlara geri dönmüş durumda... NATO (Amerika) stratejistleri soğuksavaş sonrasında -ideolojik ayrımların son bulduğu bahanesiyle- İslâm'ı güvenlik konsepti ilan ettiler; Yeni Şark Meselesi tanımlamasıyla Avrupa ile Türkiye (İslâm dünyası) arasına o derin jeopolitik hattı bir kez daha döşediler. Böylelikle AB (Almanya) ile NATO (Amerika) arasındaki kıyasıya mücadele, bu derin hat nedeniyle ilkinin aleyhine olmak üzere yeniden canlandırıldı. Huntington, Fukuyoma, Fuller, Lesser, Brzezinskigibi stratejistlerin Batı-İslâm ayrımı üzerine yazdıklarının hülâsası budur ve ister istemez bu çatışmanın ortasında kalan Türkiye de bekasını sağlamak amacıyla kendisini 1930'lar döneminde uygulanan içpolitika manevralarına başvurmak zorunda hissetmektedir.

- Peki, bu işin başka bir yolu yok mu? Daha farklı yöntemler kullanılamaz mı?

- Ne yapalım ki devletlerin siyasî alışkanlıkları kolay kolay değişmiyor ve tabiatıyla bu da o devletlere mensup milletlerin Özgürlüklerinin, bağımsızlık adına askıya alınması neticesine yol açıyor. Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren birçok kimseye anlamsız (!) gibi gelen vaveylanın nedenini doğru bir biçimde tesbit etmek istiyorsak, dış konjonktürü gözardı etmemeli, din-devlet ilişkileri bağlamındaki sun'î tartışmaların, bu konjonktürün baskısıyla ortaya çıktığını ve siyasî merkez'in kendisini ancak böylesi yöntemlerle netice alınabileceğine inandırdığını akıldan çıkarmamalıyız.



Mehmet Akif dostları ile bir arada; soldan: Cenap Şahabettin, Ahbülhak Hamid, Süleyman Nazif, Sami Paşoğlu Sezai


18 Kasım 2011 Cuma

Atatürk Selanik'teki Bu Evde Doğmadı

Atatürk Selanik'teki Bu Evde Doğmadı


Mustafa Kemal’in babası  Ali Rıza Efendi 1888 yılı içinde öldü. Annesi dul kaldı ve ertesi 1889 yılında Ragıp Bey ile ikinci evliliğini yaptı. Mustafa Kemal’in Süreyya, Hakkı, Ruhiye (kız) adında üvey kardeşleri vardı. Atatürk’ün doğduğu ev olarak gösterilen bina üvey babası Ragıp Bey’e aitti. Milli Eğitim Bakanlığı, 1934 yılında yayınladığı Tarih IV kitabında Selanik’teki evi “hatalı bir şekilde” Mustafa Kemal’in doğduğu ev olarak gösterince o tarihten beri yanlış yapılmaya devam ediliyor. Atatürk’ün üvey kız kardeşi Ruhiye hanımın ailesi (soyundan gelenler) Atatürk’ün doğduğu ev bilgisinin tarihi yanlışlığına dikkat çekerek düzeltilmesini istiyorlar. Gazeteci Figen Yanık, “Atatürk’ün doğduğu ev” ile ilgili tarihi aydınlatan bilgileri ortaya çıkardı ve yayınladı.

Türk ve dünya tarihinin saygın insanı Gazi Mustafa kemal Paşa veya bilinen adıyla “Atatürk” ün hayatı ile ilgili belgesel araştırmalardan şaşırtıcı sonuçlar ortaya çıkmaya devam ediyor. Öncelikle Atatürk’ün  Osmanlı Harbiye Mektebindeki kayıt defterinde kendisi ile ilgili sayfada veriler bilgiler şöyle:  “Selanik’te Koca kasım paşa mahalleli gümrük memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi’nin mahdumu uzun boylu beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi, Selanik 96”. Bu bilgiler ışığında ikamet yeri(ev adresi) Selanik şehrinin Koca Kasımpaşa mahallesinden, Ali Rıza Efendi’nin oğlu, beyaz benizli. Uzun boylu, Selanikli Mustafa Kemal Efendi. Doğum tarihi  Rumi(12)96” yazıyordu. Bu bilgiler ışığında Mustafa Kemal’in doğum tarihi Rumi 1296’ya 584 rakamını eklersen 1880 yılı çıkar ki doğrusu da budur. Mustafa Kemal, 7 yaşının içinde iken babasını kaybetti. Annesi, Makbule ve oğlu Mustafa ile dul olarak yaşamaya başladı. Ve bu durum fazla uzun sürmedi. Ertesi 1889 yılında hali vakti yerinde olan Ragıp Bey ile evlilik yaptı. Ragıp Bey’in ilk evliliğinden iki oğlu ve bir kızı vardı. İsimleri de Süreyya bey , Ruhiye hanım”. Mustafa kemal, Askeri Rüştiye’de okuduğu sırada annesinin ikinci evlilik yapmasına duygusal tepki gösterir. Evden kaçar, çoğu kez dayısının çiftliğinde zamanını geçirir. Buna rağmen üvey babası ile aynı çatı altında yaşamak zorundadır.  Sonra Selanik’teki ikamet ettiği evi Harbokulu künye defterine de geçirir. Ve aradan yıllar geçer. Genç bir teğmen olarak ordudaki görevine başlar, Trablusgarp, Çanakkale, Filistin, Milli mücadele savaşlarından sonra Osmanlı’nın enkazından Türkiye Devleti’nin dimdik ayakta durmasını kurucu önder olarak başarır. Türk Tarnih Kurumu kurulur. Ve aynı kurumun Milli Eğitim bakanlığı tarafından bastırılan 1934 tarihli liseler için Tarih-IV kitabına ek olarak 1 nolu fotoğrafın altına:Selanik’te Mustafa Kemal’in doğduğu ev” yazılır.

Atatürk'ün Gerçek - Öz Oğlu Var mı?

Atatürk'ün Gerçek - Öz Oğlu Var mı?

Atatürk’ün gerçek oğlu olup olmadığı tartışılan Abdürrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha konuştu ve ortaya tam anlamıyla şok iddialar attı.

Mustafa filminin yankıları sürüyor. Atatürk’ün 8 yaşında Van’da evlat edindiği anlatılan Abdürrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha, filme itiraz etti: “Babam 1908 doğumlu. Üç aylıktan itibaren o evde. 5 yaşında sünnet edildiğinde Zübeyde Hanım’ın yatağında çekilmiş sünnet fotoğrafı bile var”

Can Dündar’ın yönettiği “Mustafa” filminde, Atatürk’ün 1916’da Doğu’da görevliyken 8 yaşındaki Abdürrahim’i evlat edindiği anlatılıyor ve Halep’te ikisinin birlikte çekildiği fotoğrafa yer veriliyor. Ancak, bu bilgilerin yanlış olduğunu iddia eden Abdürrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha, VATAN’a çarpıcı açıklamalarda bulundu. 62 yaşındaki Nuray Çulha "Babam 3 aylıktan itibaren Atatürk’ün evindeydi“ dedi.

Türk Devrimleri Ne Kadar Türk'tü? Mesela Latin Yazısı Türk Yazısı mıdır?

Türk Devrimleri Ne Kadar Türk'tü? Mesela Latin Yazısı Türk Yazısı mıdır? Harf inkılabı, harf devrimi,

SORUYORLAR: Siz Arap mısınız ki, Türkçeyi Arap yazısıyla yazmak istiyorsunuz?

Cevap: Siz Latin misiniz ki, Türkçeyi latin harfleriyle yazmayı marifet sanıyorsunuz?

Latin harfleriyle Türkçe çok kolay okunup yazılıyormuş.

Yazının kolay olması, okunduğu gibi yazılması, yazıldığı gibi okunması bir halk ve bir kültür için iyi değildir.

İngilizceye bakalım: Konuştukları gibi mi yazıyorlar, yazdıkları gibi mi okuyorlar?

İngilizce belki de imlası en zor dildir. Lastik yazarlar kauçuk okurlar. Meşhur edipleri Shakespeare'i böyle yazıyorlar, Şekspir okuyorlar. İsland yazıyorlar, aylınd okuyorlar.

Fransızca konuşulduğu gibi mi yazılıyor?

Kolay bir alfabe bir toplumun zekasını dumura uğratır, aklını tembelleştirir.

Çince, yazı itibarıyla dünyanın en zor dilidir. Bu zorluk Çin çocuklarına azim, sabır, başarı, güç kazandırmaktadır.

Japonca da böyledir.

Dünyaya bakın:

"ATATÜRK İÇİMİZDE YAŞIYOR" DİYENLER OKUMASIN! Atatürk 10 Kasım'da ölmedi...

"ATATÜRK İÇİMİZDE YAŞIYOR" DİYENLER OKUMASIN! Atatürk 10 Kasım'da ölmedi...


Atatürk 9 Kasım'da mı öldü?

Siz Muammer Kaddafi'yle uğraşadurun, benim önümde çok daha ilginç bir konu var. "Profesyonel" açıdan daha uygun düşerdi ama kasım ayını bekleyemeyeceğim, kimse kusura bakmasın.

ATATÜRK İÇİMİZDE YAŞIYOR DİYENLER OKUMASIN

Latife Hanım'ın kızkardeşinin torunu Mehmet Sadık Öke, Atatürk'ün 9 Kasım'da öldüğünü söylemiş. ("Atatürk ölmedi, içimizde yaşıyor" diyecekler bu yazıyı hiç zahmet edip okumasınlar.) Sayın Öke 44 yaşında. Bu iddia, birinci elden tanıklık değil, aile içinde konuşulanlardan ve herhalde Latife Hanım'ın kızkardeşi, anneannesi Vecihe Hanım'dan duyduğu bir şey...
Dört ay önce yayınlanan çarpıcı bir kitabı fırsat bulup da ancak okuyabildim:

"Teyzem Latife"... Yazar Fatih Bayhan'ın Mehmet Sadık Öke'yle yaptığı bir"nehir-söyleşi"... Bu tür kitaplar, çok rahat ve hızlı okundukları için son yıllarda çok moda.

ATATÜRK'ÜN BOŞANMA SÜRECİ

15 Kasım 2011 Salı

O Sabetaycı hainlerin sahneye sürdüğü basit bir aktördü, Atatürk Sabetayistti...

O Sabetaycı hainlerin sahneye sürdüğü basit bir aktördü, Atatürk Sabetayistti...



Yahudi Bir Yazar Açıklıyor "Atatürk'ün Gerçek Kimliği"


24 Temmuz 2007’de The New York Sun editörü Hillel Halkin, köşesine ilginç iddialar taşıdı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yüzde 47 ile kazandığı seçimlerden iki gün sonra yazdığı yazıda Halkin, bundan 13 yıl kadar önce yazdığı bir makaleyle ilgili olarak ortaya çıkan yeni kanıtları ileri sürdü. Ben-Avi adlı bir gazetecinin otobiyografisine dayandırdığı iddiasına göre Atatürk bir Yahudi Dönmesi’ydi.* “O zamanlar Türkiye’sinde ayaklanmalar başlatacağından ve laik devrimi devireceğinden endişe” ederek yayınladığı yazısına, 2007’de e-postayla gelen cevaptaki diğer kanıtları da bu yazısında paylaştı. Timeturk’ün ortaya çıkardığı bu yazının tercümesini okuyucularımızın istifadesine sunuyoruz.


Atatürk’ün Türkiye’si devrildi.

Bundan 12 ya da 13 yıl kadar önce haftalık New York gazetesi Forward için çalışırken modern laik Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk hakkında bir yazı yazdım ve biraz da endişeyle gazeteye yolladım. Yazıda, Atatürk’ün babasının Yahudi, daha da net bir ifadeyle, Dönme olma olasılığıyla ilgili kanıtlar sunmuştum. Dönmeler*, 17’nci yüzyıl Mesihlik iddiasındaki Türk-Yahudi’si Sabetay Sevi’nin İslam’a dönmesinin ardından ona inanmaya devam eden takipçilerinin oluşturduğu heretik (batıl) Yahudi tarikatıdır.

Sevi’ye öykünerek Yahudi gizil hayatlarına devam eden ve dışarı karşı Müslüman görünen ayrı ve gölgeler içindeki grup varlığını 20’nci yüzyıla başarıyla taşıdı.Birçok biyografide Atatürk’ün babasıyla ilgili 3 ya da 4 farklı geçmiş verilir. Her ne kadar kimse onu Yahudi olarak tanımlamadıysa da, bunların farklılığı onun aile orijinin sakladığını düşündürmektedir. Bu kanıt, her ne kadar sınırlı da olsa, oldukça şaşırtıcıydı.

Yahudi gazeteci Itamar Ben-Avi’nin Uzun zamandır unutulmuş otobiyografisinde 1911’in geç kışında yağmurlu bir Kudüs akşamında barda tanıştığı genç bir yüzbaşıyı anlattığı bölüm bu kanıtın en güçlü yanıydı. Çok fazla araktan (arak=alkollü bir içiki) çakırkeyif olan yüzbaşı sadece tüm Dönme ve Yahudilerin bileceği ancak hiçbir Müslüman Türk’ün bilemeyeceği Shema Yisra’el ya da “Duy ey İsrail” duasının İbranice açılış sözlerini ezberden okuyarak Ben-Avi’ye Yahudi olduğu sırrını verdi.

Filistin'i Kim Sattı?

Filistin'i Kim Sattı?


Akka'nın eski Umumi Müdürü Nabluslu Muhammed Tevfik Bihke'nin eski Reji Müdürü Muhammed Said Ve Bihkey'e bağlı Bihar Nahiye Müdürü Beyrutlu Suphi Efendilerin raporu, Filistin topraklarının rüşvet ve para hırsıyla Yahudilere gittiğini ispatlıyor.

Yahudilerin. Filistin'e yönelik yerleşme, yurt ve bağımsız ülke kurma operasyonları Temmuz 1882'lerde resmen başlamıştır. Önceleri Batılı Yahudi zenginlerin Filistin'den para ile Yahudiler için Osmanlı'dan toprak satın alma girişimleri ile başlayan bu operasyonlar, siyonizmin lideri Theodor Herzl'in 1896-1902 yılları arası tam beş defa İstanbul'u ziyaret ederek amacına ulaşmak için yaptığı girişimlerle yeni bir boyut kazanmıştı. II. Abdülhamid, Theodor Herzl'in her teklifini -vaat ettiği para ve medya desteğine rağmen- kesin bir dille reddetmiş, padişah, arkadaşı Newlinski aracılığı ile Theodor Herzl'e şu ültimatomu göndermişti:
"Eğer Bay Herzl, senin arkadaşın ise ona söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak salmam. Zira bu valan hana degii milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla Örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarımın askerleri birer birer Plevnede şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi bile geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Devlet-i Aliyye bana ait değil, Türk milletinindir. Ben onun biç bir parçasını veremem, Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman Filistin'i karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz parçalanarak, bu ülke taksim edilebilir. Ben, canlı bir beden ûzerinde ameliyat yapılmasına asla müsaade edemem." 2


"Filistin'i satmayız"

Fakat buna rağmen bugün olduğu gibi dün de Yahudiler Avrupa'da "Ermeni Meselesi"nde Türkiye'yi destekleyecek, Osmanlı'nın Avrupa'daki borçlarını ödeme girişiminde bulunanacak, hatta 30 milyon sterlini bulan tüm Osmanlı borçlarını Filistin'e karşılık tasfiye etme ve ödeme girişiminde bulunacaklardı. Hiç olmazsa Hayfa dahil Akkâ sancağı kendilerine verilmeliydi. Fakat Osmanlı yetkilileri, buna karşılık, Yahudi girişimcilere ekonomik bazı imtiyazlar verebileceklerini, ama asla Filistin'i vermeyeceklerini söylüyorlardı. Washington'daki Osmanlı Büyükelçisi Ali Ferruh Bey, 24 Nisan 1899'da bir Amerikan gazetesine verdiği demeçte "Ceplerimize milyonlarca atlın doldursalar, hükümetimiz Arap memleketlerinin hiç bir bölümünü satmak niyetinde değildir" diyordu. Ali Ferruh Bey aynı beyanatında, Filistin meselesinin ekonomik değil, siyasî bir mesele olduğunu, bu nedenle de Maliye Nezareti'ni ilgilendirmediğini söylemişti.3


Siyonistlere tedbir

Cennet Taşları İstanbul'da

Cennet Taşları İstanbul'da


Hac ziyareti dolayısıyla uğruna bin bir türlü eza ve cefayı göze alarak gittiğimiz mukaddes topraklarda milyonlarca insanın belki de dokunma şerefine eremedigi Hacerü'l-Esvet'e istanbul'da yaşayanların hiçbir zahmete girmeden dokunabildiğini ve görebildiğini biliyor muydunuz?

İstanbul'da Kadırga semtinde var olan Sokullu Mehmed Paşa Camii eski günlerini özler gibi etrafından geçip giden ve İstanbul'da yaşayıp da kendinden hiç haberdar olmayan insanları tüm sessizliği içerisinde bekliyor. Cuma namazları hariç tüm namaz vakitlerinde birkaç saftan öteye geçmeyen cemaatin her gün  karşılaşıp bildiği büyük bir nimeti neredeyse bir elin sayısını geçmeyecek kadar olan insanlarla birlikte adeta bizim tarihi yerlerimizi bizden daha iyi tanıyıp daha fazla gezen turistler hariç hiç kimse bilmemektedir.

Sultanahmed Camil'nin neredeyse bir adımlık mesafesinde olmasına rağmen kimse bu nimetlerin farkında değildir. Şehir yerleşiminin büyümesi neticesinde değişimle birlikte iyice içerde kalmış Kadırga semtinde Koca Sinan'ın büyük dehasıyla eğik bir yokuşa oturtulan düz bir cami içersinde bulunan bu cennet taşları siz okuyucuları ve haberdar edeceğiniz insanları beklemektedir.

Peygamber Efendimiz'den nakledilen bir hadiste Hacerü'l-Esved hakkında şöyle demektedir:"Hacerü'l-Esved Cennet yakutlarından beyaz bir yakuttur. Ancak, müşriklerin hatalarından dolayı siyahlaştı. Kıyamet günü Uhud dağı gibi yaratılır da dünyada kendini öpen ve istilam (geriden selamlayan) eden şahit olur"

Süleyman Aleyhisselam ve Baykuş

Süleyman Aleyhisselam ve Baykuş


Ka'bü'l-Ahbâr (r.a.) Hz. Ömer'in huzurunda şöyle anlattı:

"Ey Emîrulmü'minîn, geçmiş peygamberlerin kitablarında okuduğum en acayip şeyi sana haber vereyim. Bir peçeli baykuş, Süleyman aleyhisselâmın yanına geldi, selâm verdi. Hz. Süleyman selâmını aldı. Sonra aralarında şöyle konuşma geçti:

"Ey baykuş, neden topraktan bitenlerden yemezsin?"
"Hz. Âdem topraktan biten şey (buğday) sebebiyle cennetten çıkarıldı." dedi.

"Niçin su içmezsin?" diye sordu;
"Çünkü Nûh aleyhisselâmın kavmi suda boğuldu." dedi.

"Neden îmar edilmiş mâmur yeri terk edip harabeleri mesken tutarsın.?"
"Harabeler Hz. Allah'ın mirasıdır, ben de Hz. Allah'ın mîrâsında otururum.

On Sekiz Bin Kişiyi Diri Diri Yaktılar

On Sekiz Bin Kişiyi Diri Diri Yaktılar


BİZE DOST/MÜTTEFİK GİBİ GÖSTERİLEN HIRİSTİYANLARIN İNSANLIK DIŞI MÜSLÜMAN DÜŞMANLIĞI...

İspanya'da hüküm süren Endülüs Müslümanları kendilerine tâbi olan Hıristiyanlara ve Yahudilere din ve vicdan hürriyeti vermişlerdi. Kilise ve manastırları duruyor, serbestçe ibâdet edebiliyorlardı. Dinlerinden dönmeye zorlamak şöyle dursun, onların en küçük baskıya mâruz kalmalarına bile müsamaha etmezlerdi. Birçokları, İslâmiyet'i kabul ettiler. Yahudiler büyük devlet me'mûriyetlerine kadar yükseldiler. Halbuki Hıristiyanlar zamanında fevkalâde baskıya mâruz kalıyorlardı. Bu sıralarda İspanya bütün Avrupa'nın en müreffeh memleketi idi.

Endülüs'ün son Müslümanları da İzabella ile Ferdinand devrinde ispanya'dan sürüldüler. 1480 - 1492'de bütün Yahudiler İspanya'dan çıkarıldı. Bunlar mallarını satmakta serbest idiler. Fakat altın, gümüş gibi şeyleri memleketten dışarı çıkarmak kendilerine yasak edilmişti. 1492'de Gırnata'nın tesliminde müslümanların dînine, camilerine ve hukuklarına hürmet edileceği anlaşmaya yazılmıştı. Katolik prensleri 10 sene sözlerini tuttular, fakat, 1502'de bütün Müslümanları İspanya'dan sürdüler. İspanya Kralı II. Filip de dinsizler (!) yâni Hıristiyan olmayanlar aleyhine 30 sene süren bir savaş açmıştır. Tövbe etmeyen herkesi yaktırırdı. Tövbe edenlere inayette bulunurdu.(!) Fakat bunlar bir kere kirlenmiş oldukları için ölmeleri lâzımdı. Yalnız ateşte yakılarak öldürmek yerine başları kılıçla kesilerek öldürülürdü.

16. asırda İspanya'da Protestanlık, Yahudilik ve Müslümanlık yoluyla dinsizlik (!) ettiklerinden dolayı diri diri yakılanların sayısı 18 bin olarak hesap edilmiştir.

Yirmi Bin Türk'ü Kazığa Geçirdi; KAZIKLI VOYVODA

Yirmi Bin Türk'ü Kazığa Geçirdi; KAZIKLI VOYVODA


Kazıklı Voyvoda diye meşhur olan Eflak Prensinin en büyük zevki Müslüman Türklere işkence yapmaktı... Tam yirmi bin Türk'ü kazığa geçirdi. Bu altyapıya/anlayışa sahip Hıristiyanlarla biz Müslümanların diyalog yapabileceğini, ortak bir paydada buluşabileceğini, Medeniyetler(dinler) ittifakı olabileceğini iddia eden hain başbakanlara, hain cemaat liderlerine, yazarcıklarına, fikir adamlarına, sanatkarlarına ithaf olunur...
Ne güzel söylemiş atalarımız, "Ayıdan post, gavurdan dost olmaz" diye... ve"İstisnalar kaideyi bozmaz" diye...

Batı tam anlamı ile bir İslam düşmanlığı ve özellikle Müslüman Türk düşmanlığı ile doludur. Bu gün bile Bosna, Afganistan, Irak başta olmak üzere çeşitli islam beldelerinde yaşananlar bunun apaçık ifadesi değil mi?

______

20 bin Türk’ü kazığa geçirdi

Kazıklı Voyvoda olarak tanınan Eflak Prensi Dördüncü Vlad, Voyvoda Dracul’un oğludur. 1456- 62 yılları arasında Eflak Beyliği yaptı. Fatih Sultan Mehmed zamanında Osmanlılara karşı savaştı.

Kont Dracul özellikle esir aldığı Osmanlı askerlerini kazıklara çakarak işkenceyle öldürmesiyle tarihe geçmiştir. Vampir olduğuna inanılır. Çok kan dökmesi buna sebep olmuştur.

Esirlerin derilerini yüzdürerek üzerine tuz sürdürüp keçilere yalatmak, kendisine gönderilen Osmanlı elçilerinin çıkartmak istemedikleri sarıklarını kafalarına çaktırmak, annelerin memelerini kestirip yerlerine çocukların başlarını sokturmak gibi akıl almaz işkence usullerini icat etmiş vahşi bir liderdir.

Fatih Sultan Mehmed tarafından yakalanmaya çalıştıysa da kaçmayı başarmış, nihayet kendi adamlarından biri tarafından 1462 yılında öldürülmüştür.

Dracul’un şatosu olarak bilinen Karpat dağlarındaki Bran Şatosu bugün hala ziyarete açıktır. 

Osmanlılar’a yenilen babası rehin olarak Kont Dracula’yı Osmanlılar’a vermişti.

O yüzden yaşamının bir kısmını Osmanlılar’ın elinde tutsak olarak yaşadı. Osmanlılar’ın egemenliğini kabul ederek Eflak’ın başına geçti.

Sonra yeniden Fatih Sultan Mehmed’e başkaldırır. Ve üzerine yürüyen 20 bin Türk’ü kazıklara çakarak öldürür.

Buna kızan Fatih bizzat ordunun başına geçerek Vlad’a karşı sefere çıkar.

Kim medeni, kim barbar? Avrupa mı, Osmanlı mı?

Kim medeni, kim barbar? Avrupa mı, Osmanlı mı?



Târihte Avrupa'nın en büyük devleti olan Roma'ya bir bakıverseniz tüyleriniz ürperir! Meselâ Romalılar için millî temaşa san'atı demek, Gladyatör çatışmaları demektir. "Gladyatör", "kılıçlı" demektir. Bu kılıçlı adamlar arena denilen çatışma meydanına girerler ve birbirlerini öldürünceye kadar mücâdele ederek seyircileri eğlendirirlerdi!

Sezar devrinden itibaren 320 çift gladyatörü hep birden çatıştırmak ve kanlarının nasıl döküldüğünü seyretmek millî bir eğlence haline gelmiştir! Hatta bir gün Sezar her biri beşer yüz piyade ve üçer yüz süvari ile yirmişer filden oluşan iki müfrezeyi de arenada çarpıştırıp büyük bir zevkle seyretmiş ve seyrettirmiştirl Yenilen gladyatör hemen ölmediği takdirde, boğazlanması kanun gereğidir!...

4 Kasım 2011 Cuma

" Babamın katl edilişini gördüm! " Sultan Abdüzaziz'in kızı Nazime Sultan anlatıyor...

" Babamın katl edilişini gördüm! " Sultan Abdüzaziz'in kızı Nazime Sultan anlatıyor...



Burada ilk defa yayınlayacağımız vesikayı ve Sultan Abdülaziz Han’ın kızı Nâzime Sultan’ın babasının katli sırasında gördüklerini nakletmeden önce padişahın vefatı hâdisesini kısa da olsa hatırlatmakta fayda vardır. Sultan Abdülaziz Han erkân-ı erbaa (dört kişi) diye adlandırılan Mithat Paşa, Hüseyin Avni, Mütercim Mehmed Rüştü Paşa ile Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi’nin ve önceden elde ettikleri altmış kadar yandaşlarının tertip ettiği bir darbe neticesi 30 Mayıs 1876 günü tahttan indirilmiş ve dört gün sonra da şehid edilmiştir.

PADİŞAHIN HAL’İ
Sultan Abdülaziz Han, yukarıda isimleri verilen dört kişinin şahsî kin ve garezleri ve bazı yabancı devletlerin parmağı ve yardımları sayesinde yapılan bir darbe neticesinde tahtından indirildi. Hâdise özetle şöyle olmuştu:

Hüseyin Avni, Mithat, Rüştü ve Süleyman Paşalar tarafından bu darbenin 30 Mayıs 1876 Salı sabah saat 4.30 civarlarında yapılması kararlaştırılmıştı.

Hüseyin Avni Paşa önceden, talim için Suriye’den getirttiği askerlerin, kışlalarda yer açılana kadar saray bahçesinde kalması için sultandan izin almıştı. Süleyman Paşa, hal’ gecesi bu askerler ile 300 Harbiye talebesine, padişaha bir suikast yapılmak istendiğini, yarın bu hususta erkenden tedbir alınacağını, verilecek emirlere aynen riâyet etmeleri gerektiğini, kimsenin giriş-çıkışına müsaade etmemelerini ve bunun padişahın emri olduğunu söylemişti.

İşte bu askerler gece saat dört civarında uyandırıldılar ve Harbiye talebeleri ile birlikte sarayı kuşattılar. Dünyanın en büyük ve modern harp gemileri ve zırhlılarından oluşan donanma, zaten geceleyin Dolmabahçe açıklarına demirlemişti.

Hal’in esas tertipçileri de geceden beri Kuzguncuk’ta Hüseyin Avni Paşa’nın yalısında, dürbünlerle sarayı gözetliyorlardı. Burada bulunmaları, eğer darbe muvaffak olamazsa toplantı yaptıklarını söyleyerek kendilerini temize çıkarmak içindi. Sultan Abdülaziz Han ise ibadet ve istirahattaydı…

Her şey planlanmış ve saray karadan ve denizden ablukaya alınmış, hal‘ kararı Dârüssaâde Ağası Cevher Ağa vasıtasıyla Pertevniyal Vâlide Sultan’a bildirilmişti.

Vâlide Sultan, derhal oğlunun odasına çıkıp onu uyandırdı. Ama hal’i oğluna doğrudan söylemeye cesaret edemiyordu. Tam bu esnada top sesleri duyulmaya başlamıştı. Sultan Abdülaziz Han, büyük bir teessürle:

“Bunlar Sultan Murad’ın cülûs toplarıdır vâlide. Beni amcam Sultan Selim Han’a döndürdüler ve bu işi Avni Paşa yapmıştır. Zannederim Rüştü ile Ahmed Paşa da bu işte birliktir. Cenâb-ı Hakk’ın takdiri böyle imiş” diyerek hızla giyindi.

Sultan Abdülaziz Han ve yakınları hemen sarayın rıhtımına indirildiler ve Topkapı’ya götürülmek üzere burada kendilerini bekleyen kayıklara bindirildiler.

Bu hazin manzarayı bir kişi daha seyrediyordu ki o da gelecekte tahta çıkacak olan şehzade Abdülhamid idi. Amcası ve âilesinin kayıklara bindirildiği ve zırhlıların açığından geçirilerek Sarayburnu’na çıkarıldığı sahneyi, hayatının sonuna kadar unutmayacak, bu işi yapanların simaları asla hâfızasından silinmeyecekti.

Sultan Abdülaziz Han ve efradı, Topkapı Sarayı’na nakledildi. Ailesine ve kendisine öğle yemeği verilmedi. Bizzat Hüseyin Avni Paşa’nın emriyle ve kasten, amcası Sultan Üçüncü Selim Han’ın şehid edildiği daireye yerleştirildiler. Bunların hiçbirisi tesâdüf değildi. Cinayetin safhaları birer birer tatbik ediliyordu.

Hemen o gün, 30 Mayıs 1876 Salı günü, Veliahd Murad Efendi tahta çıkarıldı.

İHTİLALCİLERİN YAĞMASI
Sultan Abdülaziz Han, Dolmabahçe Sarayı’ndan ayrıldıktan sonra, geride kalan eşyalarının ve paralarının büyük bir kısmı bazı fırsatçı darbeciler tarafından yağmalandı.

Sultan Abdülaziz Han’ın şahsî servetinin tamamına el konulmuş ve paralarının hazineye devrine dair komisyon tarafından bir karar alınmıştır. Mücevherler ise, satılmak üzere, Hiristaki isminde bir Rum sarrafa teslim edilmiş ve Paris’te daha pahalı satılır diyerek oraya gönderilmiş ancak, Hiristaki Efendi bir daha geri dönmemiştir. Böylece bir Türk hakanının mücevherleri, dolandırıcı bir Rum’un elinde kalmıştır.

İlk Kez Gün Yüzüne Çıkan Arşiv Belgeleriyle; OSMANLI'NIN SABETAYCILAR'A BAKIŞI

İlk Kez Gün Yüzüne Çıkan Arşiv Belgeleriyle; OSMANLI'NIN SABETAYCILAR'A BAKIŞI




Osmanlı Devleti Selanik ve çevresini fethetmeden önce Selanik'te ve etrafında çok az sayıda Yahudi yaşardı. Ancak, 15. asır sonlarında Osmanlı Devleti'nin Yahudileri bu bölgeye yoğun olarak yerleştirmesi, Selanik'i Yahudilerin hâkim olduğu bir şehir haline getirmiştir. Selanik ve çevresine iki ayrı Yahudi grup gelmişti. Avrupa' da 1470' li yıllardan sonra oluşan anti-semitik(Sâmi ırkı/Yahudi ırkı karşıtı)  baskı, Macaristan ve Almanya'dan Eskenazi'lerin Selanik'e gelmesine sebep olmuştu. Mohaç Meydan Savaşı' ndan sonra alınan Budin'deki Yahudilerin bir kısmı da Selanik'e yerleştirildiler. 
17. asnn ikinci yansında Selanik'te 40 bin civarında olan Yahudi nüfus, burada ticaretle uğraşan Rumların artmasından dolayı meydana gelen göç ve bir bölümünün Sabetay Sevi'yi izlemesi sebebiyle önemli ölçüde azaldı ve 1783'de 18 bin dolayına indi. 

Osmanlı Döneminde Selanik


Selanik'te nüfus oranı değişiminin Yahudilerin aleyhine geliştiği tam bu dönemde ortaya çıkan Sabetay Sevi'yi, bilhassa zengin "Museviler" izlediler. Böylece Selanik'te yeni bir cemaat ortaya çıktı. Fakat onlar hiçbir zaman Selanik'teki nüfus sayımlarında Musevilerin nüfus hanesine dahil olmadılar.


İlk ulusalcılar  
17. asırda Sabetay Sevi'nin liderliğinde ilk olarak İzmir'de başlayan, daha sonra tüm Yahudi cemaatlerine sıçrayan ve bugün İstanbul merkez olmak üzere devam eden "Rabanik" harekete; genel olarak verilen adlar "Sabetaycılık" "Avdetilik" ve "Dönmelik" tir. Sabetaycılığı benimseyen gruplar 1924'teki ahali mübadelesiyle Selanik'ten Türkiye'ye gelmelerinden sonra "Selanikliler" olarak nitelendirilmiştir. Aslında bu tarihten önce 1912-1913 Balkan Savaşları sonrasında, Rumeli'deki Osmanlı Devleti topraklarının kaybedilmesi neticesinden dolayı İstanbul başta olmak üzere İzmir, Samsun, Adana gibi şehirlere de Sabetaycı ailelerin göç ettiği iddia edilmektedir. Tahminimizce yukarıda zikr edilen şehirler başta gelmek üzere, o tarihteki Osmanlı Devleti sınırları içinde olan bir çok şehire Sabetaycı gruplar yerleşmiştir.

Hz. Ebu Bekr'in (r.a.) İslam ordusuna nasihatleri

Hz. Ebu Bekr'in (r.a.) İslam ordusuna nasihatleri


Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefatından evvel, Üsâme bin Zeyd'i (r.a.) orduya kumandan tâyin ederek Şam taraflarına sefer yapmasını emretmişti.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat edince Hz. Ebû Bekr (r.a.) ordunun Cüruf'ta toplanmasını istedi. Ordu toplanınca, Üsâme bin Zeyd (r.a.) "İnsanların ileri gelenleri ve söz sahipleri benimle beraber bulunuyor. Resûluîlâh'ın (s.a.v.) halîfesi, haremi ve müsiümanların, müşriklerin hücumuna uğramasından endişeleniyorum" diyerek, Hz. Ömer'i Hz. Ebû Bekr'e gönderdi. Ensar da Hz. Ebû Bekir'den (r.a.), Üsâme'den (r.a.) daha yaşlı birisini kumandan tâyin etmesini istediklerini haber gönderdiler.

Hz. Ömer (r.a.), Üsâme'nin (r.a.) dediklerini Hz. Ebû Bekir'e (r.a.) bildirince; "Allah'a yemin ederim ki, aslanlar beni parçalayacak olsalar da yine Resûlüllah'ın (s.a.v.) emrini yerine getiririm. Yeryüzünde benden başka hiçbir kimse kalmayacak olsa bile onun verdiği emri mutlaka uygularım!" dedi.

Çocuklara İsim Vermek

Çocuklara isim vermek


Cenâb-ı Hakk'ın en çok sevdiği isimler, Abdullah, Abdurrahman, Abdürrahim'dir. Çocuklara bu gibi isimlerin konulması güzel olur. Esmâ-i Hüsnâ'dan Ali (Yüce), Aziz (İzzetli), Kerîm (Kerem sahibi) gibi isimler de kullanılabilir. Her ne kadar bu vasıflar kâmil mânâda Allâhü Teâlâ'ya ait ise de insanlarda da bulunabilir. Ama bunlar Abdülaziz, Abdülkerim şeklinde kullanılırsa daha güzel olur.


Çocuğa isim koyarken sağ kulağına Ezân-ı Muhammedi, sol kulağına da kamet okunur. Konulacak olan isim, çocuğa karşı üç defa tekrar edilir.

Fizikî özür, ahlâkî kusur olan isimler yerine mânâsı hoşa gidecek kelimeler seçmelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bâzı isimleri değiştirmiştir. Peygamber isimleri, sahabe isimleri seçilebilir. Çocuğa Muhammed ismi verilebilir. Ama o isim söylenirken, o ismin asıl sahibi olan Resûl-i Kibriya Efendimiz'e (s.a.v.) hürmetsizlik olmaması için ecdadımız bu ismi 'Mehmed' şeklinde kullanmışlardır.

Bir adamın babasını, bir kadının kocasını ismi ile çağırması mekruh görülmüştür.
İsim olarak Ebûbekir gibi künye kullanılabilir; Ömeru'l-Faruk (Hak ile batılı birbirinden ayıran) gibi lâkap kullanılabilir. İsim seçerken alaycı, hakaret mânâsı taşıyan isimler seçilmemelidir.

Kış Gıdaları

Kış gıdaları


Kış aylarında gecelerin uzaması, soğuk ve yağmurlu günlerin çok olması sebebiyle insanlar, yaz aylarına nisbetle günün daha büyük bir kısmını evlerinde geçirmektedirler. Havaların da soğuk olması sebebiyle yağlı ve şekerli yiyecekler tercih edilmekte, acıkmadan yemek yenilmektedir. Kışın şunlara dikkat edilmelidir;
• C vitamini bol olan limon, portakal ve mandalina gibi turunçgiller başta olmak üzere, kış mevsimine mahsus sebze ve meyveler tercih edilmelidir.
•  Sofralarda marul, havuç ve kırmızı lahana gibi kış sebzeleriyle yapılan salatalar yer almalıdır.
•  Kış mevsiminde yağlı ve şekerli besinler çok fazla alındığından bu gibi yiyeceklerde dengeye dikkat etmelidir.
•  Kış mevsiminde güneşten yeteri kadar yararlanılamaması sebebiyle kemik ve dişlere lüzumlu olan D vitamini ihtiyacının karşılanması için güneşli günlerde yürüyüşlere çıkılmalı ve balık yemelidir.
•  Domates ve salatalık gibi yaz sebzelerinden uzak durulmalıdır.

Bal arılarının hikmeti

Bal arılarının hikmeti


"Ve Rabb'in bal arısına ilham etmiştir ki, dağlardan ve ağaçlardan ve çardaklardan evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabb'inin kolayca olan yollarına git. İçlerinden renkleri muhtelif/çeşitli bir şerbet çıkar, onda insanlar için bir şifâ vardır. Şüphesiz ki, bunda tefekkür eder bir kavim için elbette bir İbret vardır." (Nahl Sûresi, âyet 68, 69)

Bu mübarek âyetlerde Allâhü Teâlâ varlığına, kudretine şahitlik bal anlarının ve onların pek faydalı, lezzetli olan ballarının birer büyük nimet ve birer ibret vesîlesi olduklarını beyân buyurmaktadır. Allâhü Teâla arıları, o zayıf mahlûku pek güzel işler yapmaya kudretli kılmıştır. Arılara ilâhi teklifi kabul edecek bir tabiat, bir kabiliyet ihsan buyurmuştur.

" Genç yaşında veliyy-i nimeti uğrunda canını feda etmiştir." Çerkez Hasan Vak'ası

" Genç yaşında veliyy-i nimeti uğrunda canını feda etmiştir." Çerkez Hasan Vak'ası



122 yıl önce bu gece. 1876 senesi Haziran ayının 15'i Perşembe günü. İstanbul aylardır olaylar, söylentilerden doğan bir heyecan içindedir. Sultan Aziz tahttan indirilmiş, kapatıldığı sarayda intihar ederek veya öldürülerek tarih sahnesinden çekilmiş, özel serveti yağma edilmiş ve aklen malul olduğu bilinen Sultan V. Murad tahta çıkarılmıştır. Bilinmektedir ki, yeni padişahın bir fetva ile tahttan indirilmesi söz konusu edilmektedir. Arnavutluk ve Balkan isyanları henüz bastırılamamıştır. 

Üstelik bir de Girit isyanı başımıza bela olmuştur. Bu nedenle hükümet her gece bir nazırın yani bakanın konağında toplanmakta ve durumu yakından izlemektedir. Bu geceki toplantı Sultan Aziz'in hal ve katledilmesinde birinci derece sorumlu sayılan Serasker Hüseyin Avni Pasa'nin da katıldığı Midhat Paşa'nın konağında yapılmaktadir. Oradadırlar.

*** 
Sağ Kolağası Hasan Bey ünlü bir Çerkez ailesinin çocuğudur. Çerkezlerin Zevş kabilesinden Gazi İsmail Bey'in oğludur. Ama bu kadar değil. Azledilen ve sonra hayatına son verilen veya veren Abdülaziz'in dördüncü hanımı Neş'erek Kadın Efendi'nin de kardeşidir. Yani padişah bu yakışıklı, cesur, atılgan ve korkusuz 26 yaşındaki delikanlının eniştesidir. Öyle kolay kolay dokunulacak kimse değildir. Nitekim daha sonra yola çıkacağına dair söz vermiştir. Ama o 15 Haziran gecesi önce enistesi padisahin olumunden sorumlu saydigi Serasker'in Pasalimani'ndaki yalisina gitmis, bulamayinca geri donmus, Sirkeci'de bir meyhanede kafayı çekmiş ve sonra uzerindeki dört tabanca ve bir av bıçağı ile Midhat Paşa'nın konağına gitmiştir.

Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin bağlıları (Süleymancılar) hangi partiye oy verecek? | Hangi parti tercih edildi? | Mehmet Fahri Sertkaya (video)

Cemaat merkezi ( Muhterem Alihan Kuriş Beyağabey ) kararını açıkladı: KESİNLİKLE OY YOK! Kesinlikle AKP'ye ve MHP'ye oy ve...