Sinema yalnızca Amerikalıların sağduyusu, hayâl gücü ve vicdanına bırakılmayacak kadar ciddi bir iş. Vaktiyle üçüncü dünya ülkelerinin epeyce boş bıraktıkları bu alanda, kabul etmek gerekir ki Hollywood hâlâ "ormanlar kralı arslan"pozisyonunu sürdürmekte. Ancak, Amerikan sineması karşısındaki yarı uykulu ruh halinden kurtulup şuur düzeyi yükseldikçe, geniş izleyici kitleleri Oscar'a gerçekte hakettiğinden bir gram daha fazla değer vermemeyi öğrenecekler...
1931 yılında Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi'nin (The Academy of Motion i Picture Arts and I Sciences) kütüphanesinde memur olarak işbaşı yapan bayan Margaret Hennick, günlerden bir gün kurumun arşivine çağrılır ve kendisine teslim edilen bir dosyayı genel sekreter Louis B. Mayer'in odasına götürmesi istenir. Adının çevresinde bir efsane oluşmuş bulunan Mayer, dönemin (ve günümüzün) en önde gelen film şirketlerinden Metro Goldwyn Mayer'in de patronudur.
Genç kadın çekingen tavırlarla kapıyı aralar, pek de sık görmediği patronunun odasına girip dosyayı masasına bırakır. Bayan Hennick tam da sessizce odadan çıkacakken genel sekreterin masasının üzerinde duran ve ışıl ışıl parlayan sarı bir heykelcik gözüne çarpar. Kendisini tutamaz, "Aman Tanrım" der, "Bu adam tıpkı benim sevgili Oscar amcama benziyor!"
Sessizliği bozan bu cümle üzerine başını gömüldüğü evraklardan kaldıran Louis B. Mayer, "Mmmm, Oscar mı?" diye mırıldanır ve ardından da şu tarihî cümleyi sarfeder: "Bak, bu adı sevdim!"
Mayer, sonraki günlerde görüştüğü kimi medya mensuplarına, o güne kadar resmî adı "Akademi ödülü"olan bu heykelcikten sürekli "Oscar"diye söz edecek ve gazetecilerin de makalelerinde aynı lâkabı benimsemeleri üzerine ödüller zamanla Oscar olarak anılmaya başlanacaktır.
Evet, sinema dünyasının -sanat açısından olmasa da- ticarî açıdan en önemli ve en sansasyonel ödüllerinin doğuş öyküsü özetle böyle...
Amerikan sinema endüstrisinin en iyi şişirilmiş balonu olduğunu düşündüğümüz Oscar ödüllerini ve bu ödüllerin dağıtım mantığını anlayabilmek için, Oscar'ın tarihçesinde şöyle küçük bir gezinti yapmamız şart. İşte, şimdi sizleri o geziye çıkartacak ve sınırlı bir arşiv taraması kapsamında bu ödülün tarihçesinden çekip çıkardığımız -düpedüz "saçmalık" düzeyindeki- kimi jüri kararlarından renkli bir demet sunacağız.
Oscar'ın sinemaya unutulmaz ihanetleri
- Amerikan ve dünya sinemasının gelmiş geçmiş en değerli yönetmenleri arasında her zaman ilk üçe girebilecek bir isim olan Stanley Kubrick (1929- 1999), hayatı boyunca toplam 16 film yapmıştır ve hiçbir zaman "en iyi film"ya da "en iyi yönetmen" Oscar'ına lâyık görülmemiştir.
Oysa pek çok sinema tarihçisine göre, insanlık hâlâ "2001: Bir Uzay Destanı "nın üzerine bir bilim-kurgu fantazisi, "Pırıltı"nın üzerine de bir gerilim filmi izlemedi.
- Bu güne kadar yapılan sayısız kıtalararası ankette pek çok kez "bütün zamanların en iyi filmi"seçilen "Yurttaş Kane", 1941 yılı Oscar töreninde "Vâdim O Kadar Yeşildi ki" adlı bir savaş melodramına yenilmiştir. Filmin -sonradan "sinemanın dahi çocuğu"lakabıyla ünlenecek olan- yönetmeni Orson Welles'in de (1915-1985) parlak sinema kariyeri boyunca "en iyi yönetmen" Oscar'ını hiç alamadığını özellikle hatırlatalım.
Aynı şekilde, klasik Amerikan sinemasının bir başka büyük ustası olan yönetmen Howard Hawks da hayatı boyunca yalnızca bir kez bu ödüle aday gösterildi, onda da kazanamadı.
- "İyi, Kötü, Çirkin", "Bir Avuç Dolar İçin", "Batı'da Kan Var" gibi yapıtlarıyla Amerikan kültürünün gözbebeği durumundaki "western" türüne yepyeni bir soluk getiren ve bu türü neredeyse tamamen yenileyen büyük İtalyan yönetmen Sergio Leone, Oscar'ı kazanmak şöyle dursun, hayatı boyunca bu ödüle bir kez olsun aday dahi gösterilmedi. Leone'yi sinema tarihinde açıkça yok sayan bu rezil tavırdan, ustanın başyapıtı ve gelmiş geçmiş en iyi suç filmleri arasında yer alan "Bir Zamanlar Amerika" da nasibini aldı.
"Bir Zamanlar Amerika" nın başına gelenler, Amerikan sinema endüstrisinin bu çarkın kalıplan dışına taşan gerçek bir sanatçıya bakış açısını yansıtması açısından da eşsiz bir örnektir. Leone'nin senaryo yazımı ve finansman arayışlarına ta 1970'lerin ortalarında başladığı bu büyük görsel destanın çekimleri tam üç yıl sürmüştü. 1983 yılında tamamlandığında orijinal uzunluğu 3 saat 40 dakika olan "Bir Zamanlar Amerika", bu alışılmadık süresiyle Amerikalı dağıtıcısının gazabına uğramakta gecikmedi. "Amerika'da asla dört saatlik film olmaz, bu her iş günü seansların yarısının çöpe gitmesi demektir" diyen yetkililer, filmi standart 120 dakikalık gösterim süresine indirebilmek için Leone'nin onayını almaksızın acımasızca doğradılar. Öyle ki, stüdyo yetkilileri bu hoyrat kurgulama işlemi sırasında filmin -ünlü besteci Ennio Morriconne tarafından hazırlanan- dillere destan müziklerinin bir çoğunu ses kuşağına kaydetmeyi dahi unutacaklardı! Sonuçta da her karesi inceden inceye düşünülerek, yıllar süren büyük bir emekle çekilmiş olan bu epik filmden geriye tam bir "hilkat garibesi" kalıyordu.
"Bir Zamanlar Amerika"nın "kalıntıları" Amerikan sinema salonlarında gösterime girdiğinde seyirciler tarafından tabii olarak yuhlandı. Çünkü hiç kimse devâsâ sıçramalar yapan bu karmakarışık hikâyeden bir şey anlamamıştı. Film o yıl Amerika'da dağıtıma giren yapımlar arasında "en kötü yapım" seçilip eleştirmenlerce yerden yere vurulurken, aynı hikâyenin Sergio Leone tarafından bir kuyumcu titizliğiyle kurgulanan gerçek uzunluktaki kopyası ise Avrupa'da ayakta alkışlanacaktı. 1984 yılında Türkiye'de de özgün uzunluğunda gösterilen bu sıradışı eser, o günden bugüne bütün dünyada milyonlarca hayran kazandı. "Bir Zamanlar Amerika" sayesinde sanat hayatının en önemli rolünü üstlenen Amerikalı oyuncu James Woods, bir televizyon belgeselinde bu film için "Hayatımın şansıydı" ifadesini kullanıyor ve Amerika'da yaşanan kurgu karmaşasına ilişkin olarak da şu ilginç hatırasını naklediyordu:
"Sergio beni aradı. Telefonda hüngür hüngür ağlıyordu. 'Görüyor musun James' dedi, 'Filmimizi ne hâle getirmişler? Kurguladıkları o iğrenç şeyi bana kontrol ettirmediler bile. Ancak gösterime girdiğinde seyircilerle birlikte izleyebildim.'
Stüdyonun bu kaba tavrı onu kahretmişti. Üzüntüsünden hasta oldu ve kısa bir süre sonra da beklenmedik bir kalp krizi geçirerek aramızdan ayrıldı. Ben onu doğrudan doğruya bu olayın öldürdüğüne inanıyorum. Amerikan sinemacıları onu hayata küstürdüler."
Scorsese'ye asla ödül yok!
Oscar'ın gerçek sanatçılara gösterdiği o derin vefaya (!) ilişkin örnekler öyle kolay kolay bitmez. Sözgelimi, "Taksi Şoförü", "Kızgın Boğa", "New York, New York", "Günaha Son Çağrı", "Sıkı Dostlar", "Casino" gibi unutulmaz filmlere imza atan, Robert De Niro gibi eşsiz bir yeteneği beyazperdeye kazandıran -Amerikan sinemasının yaşayan en büyük yönetmeni- Martin Scorsese henüz "en iyi yönetmen" Oscar'ını hiç alamamıştır.
Scorsese'nin kariyerinin en iyi filmlerinden biri, belki de birincisi olan "Taksi Şoförü", 1976 yılı oylamasında "en iyi film" ödülünü kime kaptırmıştı hatırlayabiliyor musunuz? Biz size zevkle hatırlatalım: "Rocky 1".
Birinde sistem içinde adım adım kafayı yiyerek sonunda katliam yapmaya başlayan Vietnam gazisi bir taksi şoförü, diğerinde ise sistem içinde kendisine tanınan cömert fırsatlar sayesinde adım adım yükselen İtalyan göçmeni bir boksör. Akademi jürisinin "Amerikan çürümesi"ni anlatan "Taksi Şoförü"nün yerine "Amerikan rüyası"nı anlatan "Rocky " yi bu ödüle lâyık görmesinden daha tabii ne olabilirdi ki?
Oscar satıcılarının hakkını yıllarca teslim etmedikleri bir başka büyük sanatçı da aktör Robert De Niro'dur. İlk kez 1974'de "Baba 2" ile yıldızı parlayan De Niro, sözkonusu filmin en iyi film Oscar'ını almasına karşın törenden eli boş dönmüştü. Ünlü sanatçının 1976 yılında "Taksi Şoförü"nde sergilediği "psikopatlaşan Vietnam gazisi Travis Bickle" rolü de Akademi tarafından inatla yine görmezden gelinecekti.
Giderek oyunculukta bir abide isme dönüşen De Niro, 1978 yılında "Avcı" ile kendini aştığında ünlü aktörün bu ödülü alacağına artık neredeyse herkes kesin gözüyle bakmaktaydı. Ancak, yine olmadı. Bugün "Avcı" denilince rol arkadaşı Christopher Walken ile akla gelen iki isimden biri olan De Niro, insanın tüylerini diken diken eden "Rus Ruleti" sahnesi performansıyla bile Amerikan sinemacılarının gözüne giremedi. Üstelik o yıl "Avcı"nın "en iyi film" Oscar'ını, yönetmeni Michael Cimino'nun da "en iyi yönetmen" Oscar'ını almasına karşın!
Bütün bu garipliklere karşın De Niro yine de yılmadı ve bundan iki yıl sonra Scorsese yönetiminde bütün zamanların en müthiş spor filmlerinden biri olan "Kızgın Boğa"yı çevirdi. De Niro bu filmde dünya eski ağır siklet boks şampiyonu Jack La Motta'yı canlandırabilmek için boks öğrendi, La Motta'nın hantal yaşlılık günlerini inandırıcı kılabilmek maksadıyla da -yalnızca 15 dakikalık bir sahne için- tam 30 kilo aldı.
Gösterime girdikten sonra bütün dünyada ortalığı birbirine katan ve o tarihten bu yana da "en iyi filmler" listesinde her zaman ilk 10'da yer alan "Kızgın Boğa"nın Oscar'daki akıbeti ne oldu dersiniz? Scorsese'nin bu çalışması "en iyi film" Oscarı'nı aktör Robert Redford'un ilk yönetmenlik denemesi olan "Sıradan İnsanlar" adlı orta halli bir yapıma kaptırdı. Aynı şekilde Scorsese de -bir kez daha- avucunu yalıyor ve "en iyi yönetmen" ödülü Akademi'nin öteden beri çok sevdiği yeni-sağ milliyetçileri arasında yer alan Redford'a gidiyordu. Eh, burada da elinizi vicdanınıza koyun, ömrü boyunca Amerikan değerlerine karşı sadâkatiyle tanınmış, sarı saçlı mavi gözlü uysal Hollywood çocuğu Robert Redford ilk kez kamera arkasına geçmişken, kimin gözü oyunbozan filmler yapan göçmen Martin Scorsese'yi görür ki?
Bu arada, eğer Robert De Niro'nun akıbetini soruyorsanız, kendisi "Kızgın Boğa" ile ilk Oscarını almayı başardı. Ancak, La Motta'yı eşsiz bir duyarlılıkla anlatan böylesine klas bir filmin Akademi tarafından nasıl olup da bir bütün olarak onurlandırılmadığını, o günden bu yana, sinemadan birazcık olsun anlayan hiç kimse çözemedi.
"Ben, Wietnam filmlerinin ahlâklısını severim!"
Şimdi sıkı durun, çünkü sırada Oscar tarihinin en büyük bombalarından biri var.
Yıl 1979... "Baba" serisinin yönetmeni Francis Ford Coppola, iki yıl boyunca son derece cüretkâr bir proje için ter dökmüş. Binlerce kişilik bir ekip ile Filipinler'in tropik ormanlarında çekilen ünlü Vietnam destanı "Kıyamet" gösterime giriyor ve sinemaseverleri her karesiyle allak bullak ediyor. Filmin başrollerinde Martin Sheen ve -hayatında saçlarını ilk kez bu film için sıfıra vurduran- Marlon Brando var. Kadro ve film öylesine inanılmaz bir güce sahip ki, Harrison Ford ve Dennis Hopper gibi gerçekte A kategorideki iki büyük oyuncu dahi bu filmde kısa yan rollerde oynamayı, yani bir anlamda "figürasyonu üstlenmeyi" göze almışlar.
Çekimlerinde dört kişinin öldüğü, onlarca kişinin de sette yaşanan zorluklardan ötürü psikolojik tedavi gördüğü "Kıyamet", sonuçta 1979 yılı "en iyi film" ödülünü, boşanmış bir karı-kocanın didişmelerini anlatan "Kramer Kramer’e Karşı" adlı aile melodramına kaptırdı. "En iyi erkek oyuncu" ödülü de Kramer'in dertli bekârı rolündeki aktör Dustin Hoffman'ın oldu. Oscar'dan akıl almaz bir biçimde eli boş dönen "Kıyamet" ise aynı yılın Cannes Film Festivali'nde "en iyi film" ödülünü alıp izleyiciler tarafından ayakta alkışlanacaktı. Bugün geriye dönüp, her iki filmi aradan geçen onca yılın ardından bir kez daha adamakıllı kıyasladığımızda, "Kıyamet'i görmezden gelen -ve kendisini sinema otoritesi sayan- böyle bir jüriye içimizden ancak "Ohaa!" demek geliyor.
Ancak, "Kıyamet"i dikkatlice izlerseniz, bu filmi reddeden mantığın aslında hiç de beğeni yoksunu ya da aptal olmadığını hemen kavrarsınız. Vietnam savaşı sırasında kafayı yiyip orduyu terkeden Amerikalı bir albay (Brando), Kamboçya'nın derinliklerinde bir yerlerde kendisine bağlı asker ve sivillerden oluşan vahşi bir klan kurmuştur. İnsanların Albay Kurtz'a kayıtsız şartsız itaat ettiği, isyan edenlerin ise koyunlar gibi boğazlandığı bu kabilenin yerini bulup bütün müritleri yerle bir etme görevi ise alkolik bir Yüzbaşı olan Willard'a (Sheen) verilir. Böylelikle kahramanımız Güney Asya ormanlarında Amerikan vahşetine yakından tanıklık edeceği tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Bu aslında Willard'ın bir asker olarak aynı zamanda kendi benliğinde çıktığı bir yolculuk olacaktır.
Akademi üyeleri Vietnam hikâyelerini sevdiklerini, "Kıyamet"ten önce ve sonra dağıttıkları kimi ödüllerle defalarca göstermişlerdi; ancak böylelerini değil elbette! "Müfreze" gibi daha uysal örnekler varken Coppola'nın bu karanlık hayâllerine kim prim verir ki!
Dilerseniz, son olarak biraz daha yakın tarihlerden bir kaç örnek verelim. David Finc- her'in, adını daha şimdiden modern klasikler arasına yazdıran stilize gerilim filmi "Yedi"yi pek çoğunuz hemen hatırlarsınız. Genç aktör Brad Pitt'in "Dövüş Kulübü" ile birlikte en iyi iki performansından biri sayılan bu film de geçmişteki diğer bir çok kurban gibi Oscar jürisi tarafından bütün ana dallarda es geçilmişti. Oysa, aynı film sonradan sinema dünyasında öylesine etkili oldu ki, özgün jenerik tasarımından insanın içine kasvet bastıran o karanlık atmosferine dek son yıllarda düzinelerce filmde "Yedi"den güçlü esintilerle karşılaştık.
Pekiyi ya, sinema tarihini kocaman bir çizgi ile ortadan ikiye ayıran "Matrix"e ne demeli? Şimdilerde Batı'da üzerine felsefî kitaplar yazılan bu müthiş hikâyeyi Akademi üyeleri ne kadar anladı dersiniz? Aynı şekilde, tıpkı "Matrix" gibi geri plandaki bir kaç teknik ödül ile yetinmek zorunda kalan "Yüzüklerin Efendisi"nin sinemasal anlamdaki eksiği tam olarak neydi?
Hadi, "bilim-kurgu" ve "fantazi" türleri öteden beri ambargolu diyelim. Pekiyi, çağdaş Amerikan sinemasının en ayrıcalıklı yönetmenlerinden biri olan Terence Mallick'in tam 20 yıllık gizemli bir suskunluktan sonra (aslında bir hazırlık dönemi) 1998'de çektiği "İnce Kırmızı Hat"ı nasıl bilirsiniz? Biz gayet iyi biliriz, çünkü tıpkı bu satırların yazarı gibi daha milyonlarca sinemasever bu yapıtı "en sevdiği filmler" listesinin ilk 10 filmi arasına çoktan yerleştirdi bile. Ancak, bizim ne düşündüğümüzün hiç bir önemi yok; çünkü Akademi, İkinci Dünya Savaşı'nın Pasifik cephesinde Amerikalılar ile Japonlar arasındaki vahşi çatışmaları anlatan bu filmi de günahı kadar sevmedi. John Travolta, Sean Penn, George Clooney ve Adrian Brody gibi yıldızların -Mallick'in kendilerine uygun gördüğü- kısacık rolleri bile bayıla bayıla oynadıkları, bunu kariyerleri adına bir şeref saydıkları "İnce Kırmızı Hat", sinema tarihindeki Oscar'sız başyapıtlar kervanındaki yerini çoktan aldı bile. Unutmayın, İkinci Dünya Savaşı'na her zaman okey, ama mutlaka "Yahudi soykırımı"nı da anlatmak kaydıyla! Yönetmen Mallick'in işi mi yokmuş, gitmiş Pasifik'teki Guadal Canal çatışmalarını -hem de tarafsız bir bakış açısıyla- anlatmaya kalkışmış!
"Ben Amerika'yım, öldürürüm
Ya, en son Oscar ödüllerinden eli tamamen boş dönen "New York Çeteleri"ne ne demeli? Sorumuz özellikle bu filmi izleyenlere: Siz hiç hayatmızda bu kadar başarılı bir dönem atmosferi (1850'lerin New York'u) kurmayı başarmış bir başka film gördünüz mü? Akademi üyeleri görmüş olmalılar ki, film bırakın ana dalları, ses, kurgu, müzik, sanat ya da görüntü yönetimi gibi yan dallarda bile ödül alamadı.
Hatırlayanlar olacaktır; "New York Çeteleri"nin başrolünde izlediğimiz Daniel Day Le- wis, daha ödül töreninden haftalar önce savaş karşıtı tavrını dünya medyasında açıkça ortaya koymuştu. Lewis bunun yanı- sıra ödül törenine de katılmayacağını, katılsa bile yakasında "Savaşa Hayır" rozeti taşıyacağını söylüyordu. Akademi bu radikal tavrı bir kenara not etmekte hiç gecikmeyecek ve cevabını da tören gecesi en sert şekilde verecekti. Amerikan haydutluğunun tarihî kökenlerini anlatan bu film, ABD'de gösterime girdiği ilk günden itibaren adetâ sanatsal bir linç ile karşı karşıya kaldı. Tıpkı, Irak Savaşı öncesinde Bush yönetimini protesto edip savaş karşıtı kitlesel eylemlere destek veren Tim Robbins, Susan Sarandon, Martin Sheen ve Sean Penn gibi sanatçıların şu günlerde sinema çevrelerinde hissedilir bir "rol ambargosu" ile karşı karşıya kalmaları gibi, Akademi'nin kevgire çevirdiği yönetmen Scorsese de sistemi inatla iğneleyip duran sinemasının Oscar'larda karşılığı olmadığını bir kez daha görmüş oluyordu.
"New York Çeteleri"nin vahşi milliyetçisi kasap William "Cutting" (Daniel Day Lewis), filmin en önemli sahnelerinden birinde İrlandalı göçmen Amsterdam Vallon'un (Leonardo Di Caprio) yatağının karşısına oturur, sırtına şal niyetine attığı bir Amerikan bayrağıyla muhatabına şu sözleri sarfeder:
"Evlat, Amerika benim. Ve ben bu ülkeyi çok seviyorum. Bugüne kadar bunca düşmana rağmen nasıl olup da hayatta kalmayı başardığımı öğrenmek ister misin? Benim malıma el uzatanın elini kestim, bana laf söylenin ise dilini. Düşmanlarımı en acımasız şekilde öldürdüm, kafalarını da çok uzaklardan görülebilmesi için daima en yüksek yerlere astım. Böylelikle nüfuz bölgemde hep lider oldum."
Siz Oscar jürisinde olsanız, ABD'nin temellerini atan vahşi ruhu böylesine açık bir dille tasvir eden, bu yönüyle Washington'un çağımızda sergilediği diğer barbarlıklara da fazlasıyla ışık tutan "New York Çeteleri "ni hiç ödüllendirir miydiniz Allah aşkına!
Oscar Amca Sion yıldızını pek sever!
Oscar ödüllerinin bir başka yazılı olmayan kuralı da, Holl ywood'daki Yahudi asıllı oyuncuların performanslarının ve hikâyeleri "Yahudi dâvâsı "na adanmış filmlerin oylamada -çoğunlukla- es geçilmemesidir. Bu geleneğin ödül tarihindeki ilk ve en bildik örneklerinden biri olan "Ben Hur", 1959'da tamı tamına 12 dalda kazandığı Os- carlar ile kırılması güç bir rekora imza atmıştır. Bilindiği gibi, Charlton Heston'un başrolünü oynadığı film, Roma İmparatorluğu'nun zulümlerine direnen bir Yahudi kahraman üzerine kuruluydu. Ki bu filmin başrolünde oynayan Heston, ünlü "On Emir"de de Hz. Musa'yı canlandırmıştır.
Akademinin sevdiği bir diğer Yahudi oyuncu olan Dustin Hoffman, 1979'da "Kramer
Kramer'e Karşı", 1988'de "Yağmur Adam" filmlerindeki rolleriyle son derece dişli rakiplerine karşın bu ödülü iki kez kucakladı. Bunun dışında Richard Dreyfuss (1977), Elizabeth Taylor (1960, 1966) ve Paul Newman da (1986) ödülü kazanan Yahudi asıllı oyunculardan yalnızca bir kaçıdır.
Yahudi yönetmen Steven Spielberg de Akademi'nin hiç sevmediği bir tür olan "bilim kurgu"da ısrar etmeyip "Schindler'in Listesi" ile özüne döndüğü gün ödüle boğulan bir başka Hollywood süperstarı. Yahudi soykırımını -hem izleyici hem de jüri nezdinde kazanmaya peşinen mahkûm- ağdalı bir duygusallık ile beyazperdeye taşıyan ünlü sinemacı, 1996 yılında bu filmiyle bütün önemli ödülleri silip süpürmüştü. Yakın zamanda yapılan bir ankette "Hollywood'un en etkili kişisi" seçilen Spielberg, sinemadaki başarılarının yanısıra İsrail'e ve ABD'de faaliyet gösteren Yahudi derneklerine büyük çaplı bağışlar yapmasıyla da tanınıyor.
Öte yandan, Hollywood'un Yahudi cephesindeki bu "hemşehricilik" eğilimi "özgün senaryo" gibi alt dallarda çok daha keskin bir biçimde ifadesini bulmakta. Özellikle senaristler açısından tam bir Yahudi ablukası altında bulunan Amerikan sineması, dünyayı her yeni filmde yeniden biçimlendirmeyi deneyen "Cohen'ler, "Horowitz"ler, "Stein'lar ve "Lieberman'larla dolu. İnanmazsanız bundan böyle izlediğiniz tartışmalı filmlerin jeneriklerindeki "written by" girizgâhlı senarist adlarına biraz daha dikkatlice bakın!
"Yahudi istilası" Hollywood'da yalnızca bugüne özgü bir problem değil. Daha 20'nci yüzyılın başlarında California'da millî sinema endüstrisinin temelleri atılırken bu yeni rant alanının köşe başlarını tutan Yahudiler, o dönemden bu yana da stratejik noktalardaki yönetici koltuklarını asla terketmediler. Bu seçkin sınıf o gün bugündür "yoldaşlarını" bu tür ödüllerden eli boş göndermemeye azamî özen gösteriyor.
Ha, bu arada sakın ola ki "Hollywood'u Yahudilerin kurup yönettiği" iddiasını yalnızca "gözü dönmüş fanatik Müslüman fundamentalistlerin" ortaya attığı sanılmasın! Samimi bir Katolik rahip olan Wilbur Fisk Crafts bu tehlikeyi daha 1920'lerde sezen Amerikan aydınlarından yalnızca biriydi. Senato'ya ve Katolik Kilisesi'ne yazdığı mektuplarda "sinema sektörünün sinsi bir ideolojinin eline geçtiğini" savunan Crafts, her iki güç merkezine de beyazperdeyi "Hollywood'u yöneten 500 Yahudi ile şeytanın egemenliğinden kurtarmaları" çağrısında bulunuyordu. Bunun sonucunda gündeme gelen ünlü Hays Yasası (Cumhuriyetçi milletvekili Wilbur Hays tarafından 1930'da hazırlandı) sayesinde yavaş yavaş filmlere egemen olmaya başlayan her türlü cinsel sapkınlık gösterisi, erotizm ve onun tabii uzantısı durumundaki pornografi, abartılı şiddet sahneleri ve her türlü ahlâksız film karakterinin kökü zamanla kazındı.
Böylelikle, sinema sektörü uzun yıllar boyunca "kırmızı çizgi"nin ötesine geçmekten özenle uzak duracaktı. Ancak, 1960'li yıllarla birlikte aynı karanlık eller tarafından Amerikan toplum hayatına egemen kılınan "cinsel özgürlük" akımı ve onun meydana getirdiği kitlesel dejenerasyon, sansür yasalarının etkisini adım adım yitirmesine neden oluyordu.
Bütün alt-türlere ölüm!
Akademi'nin Oscar dağıtımındaki şaşmaz ilkelerinden biri de, sinemayı sinema yapan iki alt-türe daima saygısızca yaklaşmasıdır. "Üvey evlat" muamelesi gören bu iki alt-tür ile, kolayca tahmin edileceği üzere "bilim kurgu" ve "korku-gerilim" sinemasını kastediyoruz. Eğer sinema her şeyden önce bir gösteri sanatı ise, bu türlerin sektöre yaptığı katkıları hangi aklıselim sahibi kişi inkâr edebilir? Oysa yukarıda bazılarına kısaca değindiğimiz "Oscar'sız sinemacılar" listesinde henüz adını dahi anmadığımız öyle ustalar var ki, insanın bu şahısların yapıtlarını hatırladığında dudağı uçukluyor. Mesela, Alfred Hitchcock bunlardan yalnızca biri. "Sapık"ın ya da "Kuşlar"ın özelde korku-gerilim sinemasına, genelde de bütün bir sinema tarihine etkilerini görmezden gelen Akademi, günümüzde adı artık bir kültür simgesine dönüşen Hitchock'u yıllar yılı adam yerine dahi koymadı.
Ezelden beri Akademi'nin kara listesinde bulunan korku- gerilim sinemasının kaderi, en verimli çağını yaşadığı 1970 ve 80'lerde de değişmeyecekti. Hor görülmeye mahkûm olan bu alt-tür uzun yılardır "en iyi ses" ya da "özel efekt" gibi daha geri plandaki teknik ödüllerle yetinmek zorunda kaldı ve hâlâ da aynı klasmanda yuvarlanıp duruyor. "Denizin Dişleri", "Kehanet" ve "Şeytan" gibi filmler kazandıkları onca gişe başarısı ve topladıkları kitlesel beğeniye karşılık, bu alt-türün kendilerini Akademi üyelerine bir türlü beğendiremeyen özgün örneklerinden bir kaçıydı.
Aynı aşağılama, modern sinemanın en baba alt-türü olma pozisyonunu her geçen gün adım adım perçinleyen "bilimkurgu" için de geçerli. İlk bölümü 1977 yılında çekilen efsanevî "Yıldız Savaşları" o yılki en iyi film ödülünü yine bir Yahudi sanatçının kaleminden çıkan olabildiğine şahsî bir hikâyeye, Woody Allen'in "Mahhattan"ı- nına kaptırmıştı. George Lucas'ın günümüzde bilim-kurgu alt-türünden bile bağımsızlaşa- rak neredeyse başlıbaşına bir türe dönüşen bu görkemli uzay operası serisi, o tarihten günümüze kadar kazandığı bir kaç teknik ödül dışında Oscar gecelerinde hâlâ avucunu yalamaya devam ediyor.
Geçmişte aynı kaderi "2001", "Maymunlar Cehennemi", "Üçüncü Türden Yakın Karşılaşmalar " ve "E. T" de paylaşmıştı. Son olarak, sinemayı yenileyen modern klasiklerden biri olarak gördüğümüz ve şu sıralarda ikinci bölümüyle bütün dünyada yine fırtınalar kopartan "Matrix"in ödüllerde- ki durumunu da bu yok sayma tavrının güncel bir benzeri olarak bir kez daha hatırlatalım.
Oysa, beyazperde yalnızca iyi ağlayan ve ağlatan "trajedi insanları"nın boy gösterdiği bir arena değil, düpedüz bir kitle eğlencesi. Bundan dolayıdır ki bir film ancak özgün bir öykü, yüksek bir görsel kalite ve yaygın bir kitlesel beğeniyi biraraya getirebildiği ölçüde başarılı bir eser sayılıyor.
Tarifeleri yükseltmeye yarayan ödül
Yeniden Akademi'nin entrikalarla dolu koridorlarına dönersek, Oscar törenlerinin çağdaş sinemada yol açtığı bir tek pratik sonucun sözkonusu olduğunu görürüz. O da, ödül kazanan filmler, yönetmenler ve oyuncular açısından belli bir "sınıf atlama"yı peşinen garantilemesi.
Bu durumu incelemeye öncelikle filmlerden başlayalım. Hollywood'dan bütün dünyaya yayılan bulaşıcı bir eğilim ile, Oscar öncesi ve sonrasının -oranları küresel ölçekte üç aşağı beş yukarı şekillenmiş olan- gişe farklılaşmaları şöyle gelişmekte:
Oscar'a yalnızca "aday olmuş" bir filmin uluslararası gişe hasılatında ortalama 20 milyon dolarlık bir artış kaydedilir. Eğer aday film "en iyi film" Oscar'ını da kazanmayı başarırsa, bu hasılat farkı 50 milyon dolara kadar çıkar. ABD'nin ardından İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya gibi diğer önemli ayaklarda birinci gösterim turunu tamamlamış olan filmler, bu kez Oscar rüzgârını da arkalarına alarak, afişlerinde altın kaplama heykelciğin illüstrasyonuyla yerküredeki ikinci zafer turlarına çıkarlar. Bu arada Oscar, aynı filmin video kaset, soundrack CD ve DVD piyasasındaki sürümünü de hem üzerine yazılan perakende satış fiyatları hem de kamuoyunun satın alma yoğunluğu açısından doğrudan etkileyecektir. En nihayet, ödüllü bir filmin önce şifreli kanallarda, ardından da halka açık genel kanallardaki gösterim ücretlerinin diğer "sıradan" filmlerden farklı olması, o yapımdan üst üste elde edilen gelirler silsilesinde vazgeçilmez bir ekstra girdiyi oluşturuyor.
Filmler açısından durum böyle... "En iyi erkek ve kadın oyuncu" Oscarı'na aday olup da bunu kazanabilen yeni oyuncular için ise, hemen bir sonraki kontratlarından başlayarak "10'luklar kulübü "ne üyelik durumu sözkonusu olmakta. Bu ise film başına en az 10 milyon dolar ve üstü ücret alan az sayıdaki oyuncuyu tanımlayan bir Hollywood terimi. Aynı şekilde bir de "20'likler" diye andan çok daha elit bir grup var ki, onlar bu sektörün en havalıları.
Günümüzde "en iyi erkek ve kadın oyuncu Oscar'ı" sektörde öylesine titizlikle sömürülen bir imtiyaz ki, bir çok oyuncu yıllar önce başka bir rolden dolayı aldığı bir Oscar heykelciği vesilesiyle sonradan çevirdiği kaliteli- kalitesiz bütün filmlerin fragmanları ya da afişlerinde "Academy Award Winner" (Oscar sahibi) sıfatıyla tanıtılmakta.
Öte yandan, "en iyi yardımcı kadın ve erkek oyuncu" ödülleri de onu kazananlar açısından benzer türde sonuçlar doğuruyor. Kariyerine bu ödülü ekleyen yeniyetme bir yıldızcık, bir ya da bir kaç film sonra ismini afişlerde ilk sıraya oturtmayı hemen hemen garantilemiş oluyor. Bol Oscarlı "Titanic"in romantik delikanlısı Leonardo Di Caprio'nun günümüzün en popüler A kategori jönlerinden birine dönüşmesi bunun en bildik örnekleri arasında sayılabilir.
Mevzûya "yönetmenler" açısından bakıldığında ise, "en iyi yönetmen" Oscarı'nın bol sıfırlı kontratların yanısıra kurguya ve senaryoya karışabilme özgürlüğünü de beraberinde getirdiğini görmekteyiz. Ki bunlar da Amerikan sineması gibi yönetmenin yapımcılar ve stüdyo karşısında tam anlamıyla "memurlaştırıldığı" katı bir sistemden kopartılmış az-buz imtiyazlar sayılmaz.
Pekiyi, bu küçük heykelciğin izleyici açısından hiç mi olumlu bir meziyeti yok? Elbette ki sinema endüstrisinin küresel çapta kurumsallaşmış diğer bütün ödülleri gibi Oscar da özellikle törensel boyutu ve göz kamaştırıcı pazarlaması anlamında sinema endüstrisine belli bir dinamizm ve heyecan getirmekte. Sinema dünyasının o sıralarda gündemde olan ve olmayan bütün ünlü yıldızlarını aynı gün, aynı yerde ve en son halleriyle izlemenin bizim gibi üçüncü dünya sinemaseverleri açısından renkli bir deneyim olduğu da kuşku götürmez. Bir de "onur ödülü" ve "hayat boyu başarı ödülü" gibi kategoriler var ki Akademi bunlar sayesinde yıllarca emeklerini yok saydığı, şimdilerde köşelerine çekilmiş bir çok kırgın sanatçıya vefa borcunu ödemeye çalışıyor. Bir anlamda yukarıda saydığımız vahim hataların da birer telafisi o ödüller...
Oscar'ın ardındaki bu gibi pozitif realiteleri kabul etmemek için herhalde ahmak olmak gerekir. Ancak yine de kendi adımıza belirtelim ki, seçici kurulları çok daha dar kapsamlı tutulan Venedik, Berlin, Cannes ya da İstanbul gibi festivallerde dağıtılan ödüller, sinemasal ölçütlerin hakkıyla değerlendirilmesi anlamında çok daha titiz ve saygıya değer bir çabanın ürünü gibi duruyor. Çünkü bir sinema yarışmasında ödüllendirmenin kalitesini artıran ana unsur "kaç kişinin oy kullandığı" değil, "oylamanın hangi ölçütlere göre yapıldığı" olmalı. Nitekim, Oscar'ın son 50 yıldaki "en iyi filmler" dizini ile Cannes Festivali'nin aynı tarihî süreçteki "en iyi filmler" dizininim kıyaslarsanız, Cannes'in gösteriş açısından Oscar ile kıyas dahi kabul etmeyecek o alçakgönüllü yapısına karşın zaman içindeki tercihlerinin "saf sinema"yı daha fazla yansıttığını görürsünüz. Hiç bir elitist kaygıya düşmeksizin gün geldiğinde Costa Gavras'ın "Kayıp"ını, gün geldiğinde ise Tarantino'nun "Ucuz Roman "ını ödüllendirecek kadar açık fikirli bir gelenektir Cannes'inki. Üstelik bu gibi festivallerde başarı, Oscar'daki gibi sınırları belirsiz parçalara ayrıştırılarak ödüllendirilmez. Filmler kalabalık bir yapım ekibinin ortak emeğinin ürünü olarak kabul edilir ve bu yüzden de bir sanat eserine yaraşır şekilde bütünüyle onurlandırılır. Ekip adına ödülü "lider" konumundaki yönetmen alır. Ödülün getirdiği milletlerarası onur ise tüm yapım ekibinin ortak malıdır.
Son sözümüz... Film izlerken Akademi'nin beğenilerini tümüyle boşverin! Her yıl California'da binbir kulis faaliyetinin eşliğinde oy zarflarını sandıklara atan tanımadığınız bir grup adam ve kadının şahsî zevklerine uyarak kendi samimi sanatsal ve ahlâkî ölçütlerinizden uzaklaşmayın. Bir film eğer siz onu beğendiyseniz iyidir, beğenmediyseniz kötüdür. Unutmayın ki bütün filmler sonuçta sizin beğenmeniz için yapılıyor.
Ali Murat Güven
Gazeteci –Yazar
Tarih ve Düşünce Dergisi
Mayıs 2003 – Sayı:39
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.