Karım bir gerici, Ondan ayrılmak istiyorum! |
1950'li yılların sonuydu.
Bir gazetede bir resim vardı. Çarşaflı bir hanım resmiydi. Altında da: "Kocası, kıyafetinden dolayı bu kadını boşuyor" yazılıydı. Haberi okudum. Koca, eşini mahkemeye vermişti. Ondan ayrılmak istiyordu. Gerekçesi de şuydu:
"Güreşçiyim... Avrupa'da, Amerika'da müsabakalar yaptım. Birinci, ikinci, üçüncü oldum. Altın, gümüş, bronz madalyalarım var. Onları devlet büyüklerinin ellerinden aldım. İlkokul mezunuyum ama... Dünya görmüş adamım. "Çok yaşayan mı, çok gezen mi bilir", derler. Bilgim, görgüm, kültürüm arttı. Millî güreşçiyim. Nereye gitsem tanınıyorum. Sosyal seviyem oldukça yükseldi. Karım bana ayak uyduramıyor. Dans bilmiyor. Öğrenmek de istemiyor. Erkek eli sıkmıyor. Yemek yerken çatal-bıçak kullanmıyor. Parfüm sürmüyor. Manikür, pedikür yaptırmıyor. Görkemli düğünlere gelmiyor. Dansa kalkmak şöyle dursun, kabul dahi etmiyor. Hacıbekir sabunuyla yıkanıyor. Pis pis sabun kokuyor. Kısacası, benim sosyal çevreme ayak uyduramıyor. Ben çağdaş ve uygarım. O. gördüğünüz gibi çağdışı... Mürteci, gerici ve yobaz... Üstelik psikolojik dengesi de bozuk. Sabah akşam dudakları kıpır kıpır ediyor. Sanki cinlerle, perilerle konuşuyor. İşte bütün bu nedenlerle kendisinden ayrılmak istiyorum. Bizi boşayın, sayın yargıcım!.." diyordu.
Hâkim: "Çocuklarınız var mı?" diye soruyor. Adam: "Yok" diyor.
Kaç yıldır evlisiniz?
Beş yıldır...
Hiç çocuğunuz olmadı mı?
Olmadı...
Neden?
Bir gazetede bir resim vardı. Çarşaflı bir hanım resmiydi. Altında da: "Kocası, kıyafetinden dolayı bu kadını boşuyor" yazılıydı. Haberi okudum. Koca, eşini mahkemeye vermişti. Ondan ayrılmak istiyordu. Gerekçesi de şuydu:
"Güreşçiyim... Avrupa'da, Amerika'da müsabakalar yaptım. Birinci, ikinci, üçüncü oldum. Altın, gümüş, bronz madalyalarım var. Onları devlet büyüklerinin ellerinden aldım. İlkokul mezunuyum ama... Dünya görmüş adamım. "Çok yaşayan mı, çok gezen mi bilir", derler. Bilgim, görgüm, kültürüm arttı. Millî güreşçiyim. Nereye gitsem tanınıyorum. Sosyal seviyem oldukça yükseldi. Karım bana ayak uyduramıyor. Dans bilmiyor. Öğrenmek de istemiyor. Erkek eli sıkmıyor. Yemek yerken çatal-bıçak kullanmıyor. Parfüm sürmüyor. Manikür, pedikür yaptırmıyor. Görkemli düğünlere gelmiyor. Dansa kalkmak şöyle dursun, kabul dahi etmiyor. Hacıbekir sabunuyla yıkanıyor. Pis pis sabun kokuyor. Kısacası, benim sosyal çevreme ayak uyduramıyor. Ben çağdaş ve uygarım. O. gördüğünüz gibi çağdışı... Mürteci, gerici ve yobaz... Üstelik psikolojik dengesi de bozuk. Sabah akşam dudakları kıpır kıpır ediyor. Sanki cinlerle, perilerle konuşuyor. İşte bütün bu nedenlerle kendisinden ayrılmak istiyorum. Bizi boşayın, sayın yargıcım!.." diyordu.
Hâkim: "Çocuklarınız var mı?" diye soruyor. Adam: "Yok" diyor.
Kaç yıldır evlisiniz?
Beş yıldır...
Hiç çocuğunuz olmadı mı?
Olmadı...
Neden?
Kendisi istiyordu. Ben engel oluyordum. Çocuklarımız olaydı, onları da kendisi gibi yetiştirirdi. Onun için istemedim. Bu karıyla olmaz. Lütfen bizi boşayın sayın yargıcım... diye ısrar ediyordu.
Hâkim kadına dönüyor:
Sen ne diyorsun kızım? Kocandan boşanmak istiyor musun?., diye soruyor.
Ben boşanmak istemiyorum hâkim bey... Amma kaderde varsa ne diyebilirim? Kocamın anlattıkları doğrudur. Ben ona ayak uyduramıyorum. Bana: "Başını aç! Her gün kuaföre git, güzel kokular sürün..." diyor. Yapamıyorum...
Hâkim: "Niçin yapmıyorsun? Kocanı sevmiyor musun?" diyor.
Kadıncağız duyulur, duyulmaz bir sesle cevap veriyor:
- Kocamı çok seviyorum amma... Allah'ı ondan daha çok seviyorum. Allah örtünmemi istiyor. Kocam "açıl" diyor. Allah'ın emrini çiğnememe imkân yok. Takdir Allah'ın, karar sizindir.
Ben kimsesiz, eksik etek bir kadınım. Başka ne diyebilirim? diyor ve ağlayarak oturuyor.
Hâkim bir celsede bu çiftin boşanmasına karar vermişti.
Aradan yıllar geçti. Ben bu olayı çoktan unutmuştum. Mahkûmiyetimin son seneleriydi. Mahkûmlar dışarıda çalışırlardı. O zamanki kanunlar buna müsaitti. Ben arkadaşlarımın üzerinde ekip başıydım. Bana: "Sen de çalış" diyen olmazdı. Çok serbesttim. İzmit'te rahat rahat dolaşırdım. Günü birliğine İstanbul'a gidip geldiğim bile olurdu. Kıskanmak şöyle dursun... Arkadaşlarım benimle iftihar ederlerdi. Çünkü gerektiğinde ölümü bile göze alarak onların haklarını savunurdum.
Dışarıya çıktığımız bir gün, İzmitli arkadaşlar: "Gölcük'te düğün var" dediler. Beni de götürmek istiyorlardı. (Tabii ki onlar mahkûm değillerdi.) Hep birlikte gittik. Düğün Gölcük Ordu evi'nde yapılıyordu. Davul-zurna yoktu. Caz çalmıyordu. Sahnede ince sesli bir bayan, babaları tutmuş gibi barbar bağırıyordu. "Türkiye'nin en ünlü sopranosuymuş." Masalarda rakı bile yoktu. Şampanyalar, viskiler gırla gidiyordu. Karamürsel Üssü'nden Amerikalı zenci askerler de gelmişlerdi. Çoğu astsubaydı. Biri tepine tepine davul çalıyordu. Boru, trompet, saksafon seslerinden beynimiz patlıyordu. Sanki düğün değil de, ölçü tanınmayan bir Faşingdi. Sarılanlar... Dans edenler... Öpüşenler... İçenler, kusanlar, bağıranlar... Bir bok çukuruna düşmüş gibiydik. Duramadık, çıktık.
Bir arkadaş damadı kolundan tutarak getirdi. Benimle tanıştırmak istiyordu. Beyaz papyonu çarpılmış, siyah kostümü kusmuk İçinde kalmıştı. Ayakta duracak hali yoktu. Ağzından salyalar acıyordu. Arkadaş: "Ulan bu halinle nasıl gerdeğe gireceksin?" diyordu. "Aldırma... Bu kadar yabancı dostları var. Ülkelerinden çok uzaktalar. İnsanlık öldü mü? Elbet yardımına koşarlar..." dedim. Hep birlikte gülüştük. O da yılışarak bana elini uzattı. Sıkmadım... Kusmamak için kendimizi güç tutarak, oradan uzaklaştık.
Aradan bir-iki sene daha geçti. Hapishaneye bir haber yayıldı. "Ünlü bir güreşçi tevkif edilmiş. Hapishaneye getiriyorlarmış..." dediler. Arkadaşlar idareden duymuşlar. Doğrusu sevindik. Ben arkadaşları boksa çalıştırırdım. Hiç olmazsa o da güreşe çalıştırır diye düşünüyordum.
Akşama doğru pehlivanı getirdiler.
Aaaa!.. Bir de baktım ki o düğünde gördüğüm pehlivan değil mi?
İçeriye ilk düşeni sorgulamak hapishanelerde adettir. Pehlivanı karşıma aldım. Sorgulamaya başladım.
Hiç suçum yok... Amerikalılar beni hem dövdüler, hem de İçeriye attırdılar... Diyordu.
Bu palavralara karnımız toktu. Her gelen suçsuz olduğunu söylerdi. Onlar ne söylerse söylesinler. Biz gerçeği anlardık. O anda cezasını da biçerdik. Sanıkların hoşuna gitmezdi ama... Yavaş yavaş alışırlardı. Aylarca, bazen de yıllarca duruşmalara gidip gelirlerdi. Sonunda da bizim kendilerine biçtiğimiz cezayı alırlardı. 10 senelik hapishane hayatımda bunun istisnasını görmedim.
Savunması pek aklımıza yatmamıştı. O zamanlar devleti bile hiçe sayan Amerikalılar, kalkıp da bununla mı uğraşacaklardı? Bu işte bir bit yeniği vardı.
— Anlattıkların pek akla yatkın değil. Seni hem dövecekler hem de içeriye attıracaklar. Bu nasıl olur? Dedik.
Anlatmaya başladı:
— Cahil bir karım vardı. Pek itaatkârdı. Gericiydi, yobazdı ama beni çok severdi. Sosyal çevreme ayak uyduramadığı için onu boşamıştım. Kültürlü bir sosyete kızıyla evlendim. Kız dedimse, anasının kızıydı. Anlarsınız ya... Daha ilk gecede, bir parmaklık zarı sorun yapmak istemedim.
Arkadaşlar bir "Bravooo!" çektiler. İşte geyik dediğin böyle olacak! diyorlardı. Herif daha ilk anda "pezzo" damgasını yemişti.
- Sen devam et! dedim.
Etti:
- Aslında ben o zaman öylelerinden hoşlanırdım. Dünyayı gezmiş adamım. Batı ülkelerinde tecrübesiz kızlara değer vermezler. Bunu biliyordum amma... Yine de daha önce kaç kişiyle düşüp kalktığını sormadan edemedim. Amacım onu aşağılamak değildi. Biraz heyecan duymak istiyordum. Ancak karım çok öfkelendi. "Böyle tutucu olduğunu bilseydim, seninle evlenmezdim. Kan görmeye meraklıysan, işte yılbaşı geliyor. Kes babanın hindisini, istediğin kadar kan akıt..." diyordu.
Bununla da kalmadı. Yan gelmiş yatıyordu. "Kes babanın hindisini" derken de bana bir tekme vurdu. Boş bulundum. Karyoladan aşağıya yuvarlandım. Kahkahalarla gülüyordu. "Sen yanlış kapı çalmışsın yavrum! Bu ne geri kafalılık? Çağdaşlıkta deneyim erdemdir. Haydi, çok konuşma da... Yak şu sigaramı!" diyordu. Utanmıştım. İçimden: "Demek ki ilerilik, çağdaşlık, uygarlık buymuş" diye düşündüm. Centilmence sigarasını yaktım. Ve kızlık sorununu da sonsuza dek kapattım.
O günden sonra her şey değişti. Karımla iki arkadaş gibiydik. Canımız istedikçe bir araya geliyor, kalan zamanlarda her birimiz kendi hayatımızı yaşıyorduk. İkimiz de halimizden memnunduk. Daha 7 ay dolmadan bir kız çocuğumuz oldu. Gördüğünüz gibi ben esmerim. Karım da esmer... Hâlbuki kızımız sapsarı saçlı, cıngıl cıngıl mavi gözlüydü. Gayri ihtiyari:
— Bu benden mi? dedim.
— Yok babandan... Dedi.
— Babamdan mı? Babam ne zaman buraya geldi?
— Haydi, haydi, bırak gevezeliği de... Çok istiyorsan kan tahlili yaptır... Dedi.
Yaptırdım... Kanımız tutmadı. Neyse... "Eski imalattır" diye sineye çektik. Ama postamı da koydum. "Bu son olsun... Bir daha bana benzemeyen çocuk doğurursan karışmam!" dedim. Haksız mıyım? Erkeklik öldü mü yani? Arkadaşlar: "Tabii tabii... Senin gibiler varken bu dünyada erkeklik ölmez!" diyorlardı. Tabii gırgır geçiyorlardı. Böyleleri olmasa o dört duvar arasında gün nasıl geçerdi?
Pehlivan anlatmaya devam ediyordu: Aradan bir buçuk yıl geçmeden karım bir de erkek çocuk doğurdu. Bana benzemesini çok istiyordum. Esmerdi amma, biraz fazlaca esmerdi. Düpedüz bir zenci yavrusuydu. Kıvır saçları, kalın kalın dudakları vardı. Karım son derece sevinçliydi.
— Bak kocacığım! Bu da benden değil, diyemezsin ya... Tıpkı sana benziyor. Hık demiş burnundan düşmüş... diyordu.
— Ulan bunun neresi bana benziyor? Ben zenci miyim?
— Sus beee! Benzemiyorsa, benzemiyor. Beğenmiyorsan iade edersin... Diye, düpedüz benimle dalga geçiyordu. O sırada içeriye birkaç zenci çavuş girdi. Çiçek, çikolata filan getirmişlerdi. Karımı yanaklarından şapır-şupur öpüyorlardı. Hemşire bebeğin örtüsünü açtı. Onu görünce, hepsi birden sevinç çığlıkları attılar. Kendi dillerinde bir şeyler söylüyorlardı. Bir zenci astsubayı da teker teker tebrik edip kucaklıyorlardı. Sanki bebeğin babası ben değildim de O idi. Beni hesaba alan yoktu. Herifin adı Roberson'muş. Karım: "Çocuğumuza bu ismi verelim" diyordu. Dini-mini bir yana bırakın... Ulan biz o kadar keriz miydik? Belli ki şu piç, o zencinin oğluydu. Karım onlara İngilizce bir şeyler söyledi. Hepsi bana bakarak güldüler. Artık damarlarımdaki kan harekete geçmişti. Kendimi daha fazla tutamadım. Karımın suratına bir tokat patlattım. Roberson dev gibi bir herifti. Çeneme bir yumruk attı. Kendimi yerde buldum. Çarçabuk toparlandım. Bacaklarına, kara-kucak daldım. Tam yere vuracaktım ki... Öbür Amerikalılar yardımına geldiler. Hepsi birden üzerime çullandılar. Beni bayıltıncaya kadar dövdüler. Gözümü hastahanede açtım. Polisler geldi. Beni savcılığa götürdüler. Karım beni şikâyet etmişti.
Savcı bana: "Sen parayla karını satıyormuşsun. Amerikalıdan bir çocuk doğurunca da kendisini dövmüşsün... Öyle mi?" dedi. "Karımın bir zenci çocuk dünyaya getirdiği doğrudur amma... Ben onu kimseye satmadım. Karım sık sık: "Atatürkçüyüm... Devrimciyim..." derdi. Devrimcilik önüne gelenin altına devrilmek mi? Atatürkçülük bu mu?" dedim. Savcı tevkifimi istedi. Yargıç da beni buraya yolladı.
Birden, o çok eski boşanma olayını hatırladım.
O çarşaflı kadını boşayan pehlivan sen miydin? Dedim.
Ta kendisiymiş... İlahî adalet işte... Tam layığını bulmuştu. Bizim madalyalı ünlü pehlivan, şimdi boynuzları dallı-budaklı bir geyik olmuştu. Pehlivanı tutuk koğuşuna koymuşlardı. Ben ayrı bir yerdeydim. Vaktiyle doktor odası olarak kullanılan, özel bir koğuşta tek başıma kalıyordum.
Mahkûmlara gırgır lazımdı. Bizim pehlivan hapishanede aranan adam olmuştu. Turistlere dönmüştü. Her gün bir koğuşa çağırtıyorlardı. Karısıyla neler yaptığını anlattırıyorlarmış. En iğrenç sahneleri bütün açıklığıyla ortaya döküyormuş. Her gün aynı şeyleri dinleye dinleye artık bıkmışlar. "Çevir ulan artık plağı" demişler. Pehlivan yeni şeyler anlatmaya başlamış.
Kendisinin de homo bir Amerikan albayıyla ilişkisi varmış. Çift taraflı çalışıyorlarmış. Karısı da zencilerle yatıyormuş. Öyle bir zaman gelmiş ki, bütün olanları albayla birlikte gizli gizli seyrediyorlarmış. İnançlı mahkûmlar: "Ne Amerikalı zenciler bitiyor, ne de azgın karısı doyuyor. Bu namussuz durmadan anlatıyor. Artık kafamızı bozuyor. Böylesi hikâyeleri dinlemekten hoşlanan arkadaşlarımızla bozuşmak istemiyoruz. Yoksa bir gecede, bu alçağı parça parça ederiz..." diyorlardı.
Bunları duyunca, pehlivanı koğuşuma çağırttım. Yılışarak geldi. Benim de pis hikâyelerini dinleyeceğimi sanıyordu. Yaradana sığınarak çenesine ve burnunun üstüne ardı ardına iki yumruk patlattım. Suratı çarşamba çarşısına döndü. Ağzı-burnu kan-revan içinde kalmıştı. Karısı her görüşme günü ziyaretine gelirmiş. Onun geldiği gün hapishanede ne kadar azgın mahkûm varsa... Görüşme yerine doluşurlarmış. İdare izdihamı önlemekte zorlanırmış. Bunu bir gardiyan bana anlatmıştı. İnanmamıştım. Üstelik de adama: "Dikkat et... Arkadaşlarımızın namusu, bizim namusumuzdur. Bir daha böyle şeyler duyarsam, bozuşuruz" demiştim. (O zaman henüz pehlivanın içerde ne haltlar yediğini duymamıştım.)
Karısına benim pehlivanı dövdüğümü söylemişler. (Zaten kendisi de kocasını yara-bere içinde görmüş.) Dışardan bir şikâyet dilekçesi vermiş. İnfaz savcısı hapishaneye geldi. Benim haksız iş yapmayacağımı o herkesten iyi bilirdi. Ancak karının arkasında Amerikalılar vardı. O zamanlar ülkemizde işgal ordusu gibi geziyorlardı. Bir dedikleri, iki olmazdı. Savcı bey zevahiri kurtarmak için, mahkûm arkadaşlarımın yanında pehlivanı niçin dövdüğümü sordu. Ben daha ağzımı açmadan, Sapancalı Ahmet söze karıştı:
— Savcı bey, dedi. Pehlivan denilen o pezevenkle, şu anda arkanızda duran gardiyan Kör Memet, ortak çalışıyorlar. Biz aramızda para toplayıp Kör Memet'e veriyoruz. O, herifi alıp getiriyor. Bizi başlarına topluyorlar. Karılarıyla neler yaptıklarını anlatıyorlar. Bu konuda âdeta birbirleriyle yarışıyorlar. En mahrem şeylerini bütün çıplaklığıyla ortaya döküyorlar. Biz dinlemekten utanıyoruz. Onlar anlatmaktan utanmıyorlar. Onları dinleye dinleye dizlerimizde derman kalmadı. Hepimiz bunlardan şikâyetçiyiz! dedi.
Mahkûmlar hep bir ağızdan bağırdılar:
— Evet şikâyetçiyiz!
Çok geçmeden Kör Memet'in görevine son verildi.
Boynuzlu Pehlivan da bir ilçe cezaevine gönderildi.
Mahkemesi bitinceye kadar orada kalacaktı. Şayet ceza alırsa, kim bilir nereye süreceklerdi. Bu mesele böylece kapandı. Sonra n'oldu bilmiyorum.
Kabuğunu beğenmeyen tosbağadan, dallı-budaklı boynuzları olan bir geyik çıkmıştı. Aslında temiz bir Anadolu çocuğu olan dangalak pehlivandan da çağdaş bir pezevenk oluşmuştu.
İnsan önce fikren bozulur.
Daha sonra da ne olacaksa, olur.
Doğuştan kötü insan yoktu. Toplumlar insanı bozardı. Bu konudaki en etkili silâh da "eğitim"dir.
Bizimkiler "çağdaş eğitim"den, "cinsel eğitim"e geçtiler.
Anlayacağınız, cinsel organlarıyla çağ atladılar...
Bu konu bu kadar...
Ötesi mayın tarlası...
Hüseyni Makamında Nükteler, Hüseyin Üzmez, Sayfa:21-28, TİMAŞ Yayınları,2001
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.