Sultan II. Abdülhamid Han Kimdir? |
Babası.................... : Abdülmecîd
Han
Annesi.................... : Tîr-i Müjgan
Sultan
Doğumu.................. : 21 Eylül
1842
Vefâtı..................... : 10 Şubat
1918
Tahta
Geçişi............ : 31 Ağustos
1876
Saltanat
Müddeti..... : 33
sene
Halîfelik
Sırası......... :
99
Osmanlı pâdişâhlarının otuz
dördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksan dokuzuncusu. Sultan Abdülmecîd Han’ın
İkinci oğlu olup, 21 Eylül 1842 Çarşamba günü sabah saat 5’de eski Çırağan
Sarayı’nda Tîr-i Müjgan Sultan’dan doğdu. On yaşlarında annesini kaybeden
şehzâde Abdülhamîd, Perestû Kadınefendi’nin himayesine verildi ve iyi bir
eğitime tâbi tutuldu. Arabî’yi. Ferîd ve Şerîf efendilerden; Fârisî’yi kazasker
Ali Mahvî Efendi ve sadrâzam Safvet Paşa’dan; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerini,
Gümüşhânevî Ömer Hulûsî Efendi’den; Fransızca’yı Gardet, Edhem ve Kemâl
paşalardan; Osmanlı târihini vak’anüvis Lütfi Efendi’den öğrendi. Spor ve at
biniciliğini Lala Mehmed Sâdık Ağa ve Mâbeynci Osman Efendi’den, silâh
tâlimlerini ve diğer askerlik bilgilerini hünkâr yaveri çeşitli subaylardan,
Şaziliyye tarîkatini Mehmed Zafîr Efendi’den, Kâdiriyye tarîkatını Rumeli
kazaskeri Halebli Ebü’l-Hüdâ Efendi’den öğrenerek zamanın ilimlerini tahsîl
etti.
Aynı zamanda iyi bir hattat ve
marangoz idi. Marangoz atölyesi ve çiftlikleri vardı. Koyun besletti, üstübeç
mâdenleri işletti. Para kazanarak zengin olup, servetini, saltanatı sırasında
din ve devlet hizmetlerine sarfetti. Zekâsı ve politik kabiliyeti dolayısıyla
amcası sultan Abdülazîz, onun serbest bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve
Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü.
Şehzâde Abdülhamîd, zamanını
ibâdetle, din ve fen ilimlerini öğrenmek, ata binmek, silâh kullanmak ve spor
yapmakla değerlendirirdi. Çok kültürlü, şahsı için iktisatlı, hayır ve hasenâtı
için pek cömert, ileri görüşlü, dış siyâsette fevkalâde maharetli, yerli ve
yabancı basını devamlı tâkib eder, her şeyi iyi öğrenmek isterdi. Dedesi sultan
Mahmûd’u kendine örnek almıştı. Fevkalâde bir zekâ ve hafızaya sahipti. Bir defa
gördüğü veya sesini işittiği kimseyi asla unutmazdı. Çok nâzikti, herkesin
gönlünü almasını iyi bilirdi.
Babası sultan Abdülmecîd Han vefât
ettiğinde on dokuz yaşında idi. Amcası sultan Abdülazîz Han’ın 1876’da şehîd
edilmesinden sonra ağabeyi şehzâde Murâd pâdişâh oldu. Fakat rahatsızlığı
sebebiyle tahtta ancak üç ay kalabildi. Velîahd şehzâde Abdülhamîd, otuz dört
yaşında iken 31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu. 7 Eylül günü
Eyyûb Sultan Câmii’nde kılıç kuşandı ve kıratına binerek, Edirnekapı’dan şehre
girip Topkapı Sarayı’na yürüdü. Yollarda biriken halk tezahürat yapıyor ve yeni
pâdişâhtan çok şeyler bekliyordu.
Yeni pâdişâh seraskerlik dâiresini,
medreseleri, âlimleri, evliyâyı, bahriye nezâretini, hastahâneleri ve hastaları
ziyaret edip, devletin ileri gelenlerini çağırarak ziyafet verdi. Zaman zaman,
haber vermeden, çeşitli câmilere gidip, halkın arasında aynı safta namaz kıldı.
Sultân’ın bu hareketleri, halkın hoşuna gidiyor, onu daha çok sevmelerine sebeb
oluyordu. Halkı ile kaynaşan sultan Abdülhamîd Han, tahta geçtiği zaman Mütercim
Rüşdî Paşa sadrâzam idi. Bosna-Hersek’de ayaklanmalar olmuş, Karadağ, ordumuzu
yenmiş, Sırbistan savaş îtân etmişti. Girid’de huzursuzluk sürüp gidiyordu.
Rusya, Osmanlı Devleti’ni hasta adam olarak görüyor ve parçalamak için elinden
geleni yapıyordu. Bunun için, Osmanlı topraklarında yaşayan hıristiyanları
ayaklandırıp, ortalığı karıştırıyor ve devleti devamlı baskı altında tutmaya
çalışıyordu. Başlıca istekleri; Osmanlı Devleti’ni parçalayıp, Balkanlar ile
Orta Doğu’da küçük devletler kurmaktı, İngiltere ve Fransa da Osmanlı
Devleti’nin parçalanacağına kesin gözle bakıyor; bilhassa İngiltere böyle bir
parçalanmanın Rusya elinden olmasını istemiyordu. Çünkü Osmanlı Devleti’nin
parçalanması, Rusların sıcak denizlere inmesine sebeb olacak, bu da
İngiltere’nin Hindistan ve Ortadoğu’daki nüfûzunu tehlikeye sokacaktı.
Sultan Abdülhamîd Han, tahta
geçtikten kısa bir süre sonra, sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa’nın istifasını kabûl
etmedi. Bu arada Midhât Paşa ve arkadaşlarını öldürüp, Pâdişâh’ı tahttan
indirmeyi plânlayan dört yüz kişilik bir grup ortaya çıkarıldı. Kânûn-i esasî
hazırlığı için, müslüman ve gayr-i müslimlerden meydana gelen bir komisyon
kuruldu. Midhat Paşa ile sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa’nın arası açılınca, 19
Aralık 1876 günü sadrâzam görevinden istifa etti ve Şûrâ-yı devlet reîsi Midhat
Paşa sadârete getirildi. Sadrâzam aynı zamanda Kânûn-i esâsîyi hazırlayan
hey’ete başkanlık ediyordu. Midhat Paşa, bir hukukçu olmayıp, meşrûtiyet rejimi
üzerinde de gerekli bilgilerden yoksundu ve kendisine ermeni hukukçu Odyan
Efendi akıl hocalığı yapıyordu.
Midhat Paşa’nın başkanlığındaki
komisyonun hazırladığı Kânûn-i esâsîde, “Türkçe’nin yanısıra azınlıkların
konuştuğu dillerin de resmî dil sayılması, pâdişâhın (daha doğrusu Sultân’ı
kukla gören Midhat Paşa’nın) insanları muhâkemesiz sürgüne göndermek hakkının
bulunması (113. Madde), Sultân’ın bütün selâhiyetini yok etmek için, anayasanın
büyük devletlerin kefaleti altına alınması” gibi maddeler bulunmakta idi: Sultan
Abdülhamîd Han, Türkçe’den başka dillerin resmî dil olmasına, insanların
muhâkemesiz sürülmesine ve anayasanın büyük devletlerin kefaleti altına
alınmasına karşı çıktı. Fakat muhakeme edilmeden sürgüne gönderilmemeyi Midhat
Paşa’ya kabul ettiremedi. Çünkü Midhat Paşa kendisine rakip kimseleri uzak
yerlere sürgün ettirmek için bu maddeyi koydurmuştu. Sultân’ın emri ile, Kânûn-i
esasının Avrupa devletlerinin kefaleti altında bulunduğuna dâir madde çıkarıldı.
Midhat Paşa’nın başlıca gayesi olan devlet bünyesindeki her milletin kendi
dilini resmen kullanabileceği ile ilgili madde de tâdil edilip, Türkçe’nin resmî
dil olduğu yazıldı. Nihâyet 25 Aralık 1876 günü Midhat Paşa’nın eseri olan
Birinci Meşrûtiyet îlân edildi (Bkz. Meşrûtiyetler ve Kânûn-i Esâsî).
Bâb-ı âlî hareketli günler yaşarken,
Osmanlı ordusu Sirbistan ve Karadağ’da harb ediyordu. Osmanlı kuvvetleri beşe
ayrılmış olup, üçü Sırbistan ikisi de Karadağ üzerine gönderilmişti. Sırbistan
üzerine gönderilen ordu birlikleri Vidin, Niş ve Yenipazar dolaylarında
bulunuyordu. Vidin’deki kuvvetler Osman Nûrî Paşa, Niş’dekiler Ahmed Eyyûb Paşa,
Yenipazar’dakiler de Ali Paşa ile Mehmed Paşa komutasına verilmişti. Karadağ’a
karşı da iki kolordu gönderilmiş olup, İşkodra kolordusu Derviş Paşa’nın, Hersek
kolordusu da Ahmed Muhtar Paşa’nın kumandasında idi. Bütün bu ordunun toplamı,
Mısır askerleri ile birlikte yüz bin kişiyi buluyordu. Osmanlı ordusunun
başkumandanlığı, serasker ve serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Paşa’ya verilmişti. Vidin
bölgesi kumandanı Osman Nûrî Paşa, Sırp saldırılarını durdurmayı ve geri
püskürtmeyi başardı. Daha sonra Sırplarca kuvvetli şekilde tahkim edilmiş Zayça
kasabası ele geçirildi. Niş bölgesindeki harp de Osmanlı kuvvetleri lehinde
gelişiyordu. Sırp kuvvetlerinin bu yenilgileri İstanbul’da büyük sevinç
uyandırmakla berâber, mütâreke için bir yabancı müdâhalesinin olabileceği göz
önünde tutularak, buna meydan verilmemesi için serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Paşa’ya
derhâl Belgrad üzerine yürümesi ve Sırplıları böylece barışa mecbur etmesi için
emir verildi. Belgrad üzerine yürüyen Abdülkerîm Paşada Sırp ordusunu ağır bir
mağlûbiyete uğrattı. Osmanlı ordusu Belgrad’a girmek üzere iken, Rusya’nın
İstanbul elçisi Osmanlı hükûmetine bir ültimatom verdi. Bâb-ı âlî, asî Sırplı ve
Karadağlı tebeası ile iki aylık bir mütâreke yaptı. Rusya bu hareketiyle, Balkan
ihtilâfının çözülmesi teşebbüsünü İngiltere’nin elinden almış oluyordu. Bu durum
Hindistan yolunu tehlikeye sokmuştu. Rusya’nın hareketini önlemek için İngiliz
hükümeti 5 Kasım’da muhtariyet ve ıslâhat mes’elelerinin devletler arası bir
konferansta görüşülmesini teklif etti. Bu teklifi kabul eden, Almanya,
İngiltere, Avusturya, Fransa, Rusya, İtalya ve Macaristan devletleri
büyükelçileri ile birlikte konferansa katılmak üzere İstanbul’a birer murahhas
gönderdiler. Osmanlı Devleti’ni hâriciye nâzırı Safvet Paşa’nın başkanlığında
bir hey’et temsil ediyordu. 23 Aralık 1876 günü başlayan görüşmeler bir ay kadar
sürdü (Bkz. Tersâne Konferansı).
Tersâne konferansı, Bâb-ı âli’ye
Tuna (Bulgaristan) ve Bosna-Hersek eyâletlerinde ıslâhat yapması için teklifte
bulundu. Midhat Paşa, konferansın tekliflerini incelemek için, Bâb-ı âlî’de
toplanan gayr-i müslimlerin de bulunduğu fevkalâde mecliste yaptığı konuşmada,
Rusya hakkında bir hükûmet başkanının ağzından çıkmaması gereken sözler
söylediği gibi, diğer Avrupa devletlerine de çattı. Harb aleyhinde rey
kullanacakları, peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti ile itham etti. Meclis,
Tersane konferansı tekliflerini reddetti. Midhat Paşa, talebe ile işsiz güçsüz
takımına para dağıtarak pâdişâh penceresinin altına kadar harb için nümayişler
yaptırdı. Yeni Osmanlı basını da harp kundakçılığında Midhat Paşa’dan aşağı
kalmıyordu. Sükûnet bozulmuş ve bir ihtilâl havası esmeye başlamıştı. Bu havada
diplomasi kaidelerinin işlemiyeceği, işlese bile aleyhte netîce vereceği tabiî
idi. Midhat Paşa’nın Dâmâd Mahmûd Celâleddîn ve Müşir Redif Paşa gibi ikî
tarafdân, Pâdişâh’a ordunun da harb istediğini ve Rusya’nın yenileceğini,
İngiltere’nin de Osmanlı yanında harbe katılacağını söylediler. İkinci
Abdülhamîd Han, bu fikirlerin üçüne de katılmamakla beraber, tahta yeni
geçtiğinden harbi önleyecek nüfuza sahip değildi. Bu gelişmeler üzerine Pâdişâh
da, Tersane konferansı tekliflerinin reddini tasdîke mecbur kalınca, Avrupa
devletleri büyükelçileri, yerlerine birer mazlahatgüzâr bırakarak, İstanbul’u
terkettiler. Bundan sonra İngiltere’nin teklifi ve Rus elçisi İgnatief’in
çalışmaları ile Londra’da bir konferans toplandı ve 31 Mart 1877’de Rusların
tekliflerini ihtiva eden protokolü Bâb-ı âli’ye bildirdiler. Osmanlı Devleti
aleyhinde çok ağır hükümler taşıyan bu protokol Pâdişâh’ın emriyle mecliste
görüşülerek reddedildi ve durum 12 Nisan 1877’de hükûmet tarafından batı
devletlerine bildirildi. Böylece siyâsî yollardan mes’elenin hâlli imkânsız hâle
geldi. Bu görüşmeler yapılırken, Midhat Paşa İngiltere’den Kânûn-i esâsî’nin
tatbikinin batılı devletlerce garanti edilmesini istedi. Ayrıca Osmanlı
sülâlesini tahttan uzaklaştırıp yerine kendi ailesini getirmek istemesi ve
Pâdişâh’a tahakküme yeltenmesi üzerine Sultan tarafından 5 Şubat 1877’de
sadrâzamlıktan azledilerek sürgüne gönderildi. Sadârete de Şûrâ-yı devlet reîsi
İbrâhim Edhem Paşa tâyin edildi. Abdülhamîd Han Midhat Paşa’yı sürgüne
gönderirken, Midhat Paşa’nın Kanün-i esâsî’ye koydurduğu, yüz on üçüncü maddeye
istinaden göndermiştir.
Sultan Abdülhamîd Han, devletin
savaşa girmesini hiç bir zaman doğru bulmamış, bunun bir felâket olduğunu
söylemişti. Ancak Midhat Paşa, hareket ve sözleriyle, halkı ve devlet erkânını,
harb için, iyice şartlandırmış ve Rusya ile harbi kaçınılmaz bir hâle
getirmişti. Abdülhamîd Han, Midhat Paşa’nın; “Rusya ile savaşmamız lâzım!..”
raporuna karşı; “Rumeli’nin tamâmiyle elimizden çıkmasına sebeb olacaklar!”
diyerek muhtemel bir felâketi bir bakıma haber vermişti. Midhat Paşa’nın bu
konuda en büyük yardımcıları serasker Redîf ve Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa idi.
Cevdet Paşa bunlar için; “Midhat Paşa sanki tüfeği doldurdu. Dâmâd Mahmûd Paşa
üst tetiğe çıkardı. Redîf Paşa ateş etti. Bu üç kişi devletin başına bu felâketi
getirdi” demektedir. 24 Nisan 1877 günü Rusya Osmanlı Devleti’ne resmen harb
îlân etti. Mâlî 1293 senesine rastladığı için 93 harbi denilen bu savaş, Edirne
mütârekesine kadar, dokuz ay sürdü. Meşrutiyetçilerin Müşir (mareşal) yaptıkları
Süleymân Paşa, Şıpka geçidinde büyük gaflet yaparak en seçkin Türk birliklerinin
harcanmasına sebeb oldu. Bu hezimet, kahramanlık olarak gösterildi ve
başkumandan yapıldı. Fakat, Filibe’ye sonra da Edirne’ye kaçtı. Edirne’de de
tutunamayıp mütâreke istedi. Yeşilköy’e kadar gelen Rus orduları, doğuda Kars’a
girmiş ve Erzurum yakınlarında durdurulabilmişti. Bu durumda barış yapmaktan
başka çâre kalmamıştı (Bkz. Doksanüç Harbi).
Harbin böyle neticelenmesi üzerine,
duruma çok üzülen sultan Abdülhamîd Han, sarayda olağanüstü bir meclis toplayıp,
içinde bulundukları durumu tek tek îzâh etti. Onların fikirlerini sorduğunda,
meb’ûslardan kethüda Ahmed Efendi isimli birisi ayağa kalkarak; “Bizim
fikirlerimizi çok geç soruyorsunuz. Felâketin önünü atmak mümkün olduğu günlerde
bize ciddî şekilde baş vurmalıydınız. Meclis-i meb’ûsân, bu mağlûbiyetten dolayı
hiç bir mes’ûliyet kabul etmez!..” diye başlayan konuşmasında Pâdişâh’a
hakaretlerde bulundu. Hâlbuki Meclis-i meb’ûsân üyeleri, Rusya ile harp
yapılması için çırpınan Midhat Paşa ile tarafdarlarını desteklediklerini ve
Rusya ile harb istediklerini unutarak Doksanüç harbi mağlûbiyetinden Pâdişâh’ı
mes’ûl tutuyorlardı. Pâdişâh ise, başından beri harbi istememiş ve önlemeye
çalışmıştı. Buna çok üzülen Abdülhamîd Han, birden ayağa kalkarak; harbin
ilânına ve cereyan tarzına âid hiç bir mes’ûliyetin şahsına âid olmadığını
bildirdikten sonra; “Artık Cennetmekân dedem sultan Mahmûd’un yolundan gitmek
mecburiyetindeyim!..” diyerek salonu terk etti. 13 Şubat 1878 günü yayınladığı
bir fermanla Meclis-i meb’ûsânı süresiz kapattığını ve ülkenin idaresini eline
aldığını bildirdi. Kânûn-i esâsî’yi ilga etmedi. Sultan Abdülhamîd Han’ın bu
hareketini tarihçiler ve siyâsîler şöyle değerlendirmektedir.
İsmâil Hami Dânişmend: “İlk Meclis-i
meb’ûsân dağılmayıp da devam etseydi, Osmanlı Cihân Devleti yirminci asrı idrâk
edemeyip, daha on dokuzuncu asrın sonlarında inhilâl edip (yıkılıp)
giderdi.”
Alman devlet adamlarından meşhur
prens Bismark: “İyi ki parlamentoyu kapattınız. Çünkü bir devlet millet-i
vâhideden (tek bir milletten) meydâna gelmedikçe, onun parlamentosunun faydadan
çok zararı olur.”
3 Mart 1878’de Osmanlı târihinde
benzeri görülmeyen, aleyhimizde ağır ve fecî şartlar getiren Ayastefanos
muahedesi imzalandı. 29 maddelik andlaşmaya göre; batıda büyük bir Bulgaristan
prensliği kurulacak, Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli, bir Rus kuklası olarak
düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya
verilip, Karadağ ve Sırbistan’ın istiklâlleri kabul edilecekti. Osmanlı Devleti,
Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını harp tazmînâtı verecekti (Bkz. Berlin
Andlaşması). Andlaşmaya göre Rumeli’nde kesin kayıplar 237. 298 kilometrekare
toprak ve 8.184.000 nüfus idi. İmtiyaz verilmiş Bulgaristan, Doğu Rumeli,
Artvin, Tunus gibi yerler bu rakamların dışındaydı. Bunlar da ilâve edilince
devletin kaybı korkunçtu.
İmzalanan Ayastefanos andlaşması
Batı Avrupa devletlerini telâşa düşürdü. Zîrâ kurulacak olan Bulgaristan
Devleti’nin Adalar (Ege) denizine inmesi demek, Rusların sıcak denizlere inmesi
demekti. Bu durum Bosna-Hersek’e göz dikmiş olan Avusturya’yı ve Hind yolunun
tehlikeye girdiğini gören İngiltere’yi telâşa düşürdü. İşte bu sebeble İngiltere
ve Avusturya’nın teşebbüsleri netîcesinde 1856 Paris muahedesinde imzası bulunan
devletleri, Almanya hükümeti Ayastefanos mukaddemâtı yerine Berlin’de kat’î bir
andlaşma için davet etti. Durumu ayrıca Bâb-ı âlî’ye bildirdiler. Berlin
andlaşmasının hazırlıkları esnasında fırsattan istifâde eden İngiltere,
Kıbrıs’ın idâresinin kendisine bırakılmasını istedi. Buna karşılık da toplanacak
konferansta Osmanlılara yardım edeceğini vâdetti. İngiltere Kıbrıs’ı Ruslara
karşı bir hareket üssü olarak kullanacağını bahane etmişse de, esasen adanın
Hindistan, Süveyş ve Doğu Akdeniz ticâret yolu için fevkalâde ehemmiyeti vardı.
Hâriciye nâzırı Safvet Paşa bâzı îtirâzlarda bulununca, İngiltere sefîri, sulhte
yardımcı olmak şöyle dursun, Kıbrıs’ı almak için icâbında İngiliz donanmasının
çıkarma yapacağı tehdidinde bulununca, Safvet Paşa, Kıbrıs’ın idaresini
İngilizlere bırakmak mecburiyetinde kalmıştı (4 Haziran 1878). Sultan ise,
aceleye getirilerek imzalanan bu andlaşmayı tasdîk etmemeye çalışıyordu.
Neticede hükümranlık haklarına halel gelmeyeceği konusunda İngilizlerden bir
belge atmak suretiyle andlaşmayı tasdîk etti. Osmanlı Devleti’nin bir parçası
olarak kalacak adanın gelirleri her sene İstanbul’a yollanacaktı. Ancak
İngiltere söz verdiği hâlde görüşmelerde yardımcı olmadı. Buna rağmen 13 Temmuz
1878’de imzalanan Berlin muahedesi ile topraklarımızın bir kısmı geri alındı
(Bkz. Berlin Andlaşması).
Osmanlı Devleti, Rus savaşından
mağlûb çıktığı ve ağır şartlar altında barış imzaladığı sırada, Galatasaray
Lisesi müdürlüğünden azledildigi için sultan Abdülhamîd Han’a amansız düşman
kesilen Ali Süâvî, Sultân’ı tahttan indirip beşinci Murâd Han’ı tekrar tahta
geçirmek için Çırağan Sarayı’na bir baskın düzenledi. Ali Süâvî İngiliz yanlısı
olup, devletin, içinde bulunduğu durumdan ancak İngiliz yardımı ile
kurtulacağına” inanıyordu. Rus harbi yüzünden, İstanbul’a gelen Balkan
göçmenlerinden faydalanan Ali Süâvî, beş yüz kişi ile 20 Mayıs 1878 günü saat on
civarında, Çırağan Sarayı’nı işgal etti. Durumu öğrenen Beşiktaş zaptiye âmiri
Hasan Paşa, iki saat gibi kısa zamanda isyânı bastırdı. Ele başının Ali Süâvî
olduğunu anlayan Hasan Paşa, sopa ile başına vurarak öldürdü. Hâdiseyi müteakip
Yıldız Sarayı’nda iki tahkik hey’eti kuruldu. Yapılan tahkîkât neticesinde,
hâdisenin tek başına Ali Süâvî’nın çılgınca bir macerasından ibaret olmadığı ve
İngiltere’nin de parmağı olduğu anlaşıldı. Hattâ devlet ricalinden bir çoğunun
da bu harekete gizliden gizliye tarafdâr olduğunu gösterecek deliller bulundu
(Bkz. Çırağan Vak’ası).
Sultan Abdülhamîd Han, Çırağan
baskınından sonra dîn-i İslâm’ın ve memleketin selâmeti için daha tedbirli olmak
lüzumunu duydu. Bu sebeble iç ve dış düşmanların hareketlerini yakından tâkib
için bugün istihbarat teşkilâtı adı verilen hafiye teşkilâtını kurdu. Bu gizli
emniyet teşkilâtının başında bulunan kimseye, Serhâfiye-i hazret-i şehriyârî,
yâni Pâdişâh’ın baş ajanı denirdi. Modern devletlere numune olacak şekilde
kurduğu bu haber alma teşkilâtı, memleketin her köşesinde devletin aleyhinde
yazılanları, gizli beyânnameleri, suikast hazırlıklarını, kısaca olup bitenleri,
günü gününe Pâdişâh’a bildiriyordu. Bu iş için binlerce kişi vazifelendirildi.
Sultan, hizmet eden bu kimselerin karakterlerini çok iyi bildiğinden, getirilen
haberleri ona göre değerlendirirdi. Hepsini okur, pek azı üzerinde dururdu.
Onları da, güvendiği adamlarına tekrar tedkîk ettirir ve gerekeni yaptırırdı.
Şahsî kin ve garaz için yapılan jurnalleri dikkate almazdı.
Yıldız Mahkemesi
Sultan Abdülazîz Han’ın şehîd
edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu menfur hâdiseyi unutamam işti.
Katillerin yakalanıp adalete teslimini istiyorlardı. Pâdişâh’a yapılan
müracaatlar dosyaları dolduruyordu. Sultan Abdülhamîd Han, bu işin en kısa
zamanda bitirilmesi için mahkeme kurulmasını emretti. Sürûrî Bey’in
başkanlığında Yıldız’da kurulan mahkemeye dâvâlılar çağrıldı.
Mahkeme neticesinde; sultan
Abdülazîz’in şehîd edildiği tesbit edilmiş, bâzı sanıklar suçlarını îtirâf
etmişlerdi. Mâbeynci Fahri, Yozgatlı Mustafa Pehlivan, Cezâyirli Mustafa
Pehlivan, Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan, Midhat Paşa, şeyhülislâm Hasan
Hayrullah Efendi, sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, Mahmûd Celâleddîn ve Nûrî
paşalar 1 Temmuz 1881’de îdâma mahkûm edildiler (Bkz. Yıldız Mahkemesi).
Abdülhamîd Han merhametinden, ölümü hak eden bu suçluları affedip, cezalarını
hafifleterek sürgüne gönderdi.
Sultan Abdülhamîd Han, tahta çıktığı
zamanda devletin durumunu ve saltanatı boyunca tatbik etmeye çalıştığı
siyâsetini şöyle anlatmaktadır: “Amerika’da genç ve kuvvetli bir devlet
doğmuştu, İspanya, müstemlekelerinden (sömürgelerinden) sürekli olarak
çıkarılıyordu. Dünyâ yahûdîleri teşkilâtlanmıştı. Mason locaları yolu ile arz-ı
mev’ûdun (yahûdîlerin kendilerine verilmiş olduğunu iddia ettikleri Nil’den
Fırat’a kadar olan topraklar) peşine düştüler. Bunlar daha sonra bana da gelmiş
ve Filistin’de yahûdîleri yerleştirmek için büyük paralar karşılığı toprak
istemişlerdi. Tabiî reddettim.
Apaçık görüyordum ki,
Avrupa’nın büyük devletleri kendi aralarında dünyâyı bölüşmeye
çıkmışlardı. Bölüşülecek ülkeler arasında Osmanlı mülkü de vardı. Ben bu
kuvvetlerin önünde tek başına duramazdım. Gücüm yetmezdi. Yapabileceğim tek şey,
aralarındaki rekabetten yararlanıp, her birine daha büyük lokma” ümidi dağıtarak
birini ötekine düşürmekten ibaretti.
Yine apaçık görüyordum ki,
Almanya’nın kurulması ile bozulan Avrupa dengesi, eninde sonunda bu büyük
devletleri birbirine düşürecekti. Eğer o güne kadar memleketimi parçalanmaktan
kurtarabilirsem, o çatışma koptuğu zaman, kümelenmelerden birine katılıp öteki
tarafı kırmakla varlığımızı koruyabilirdim. Bunun ne zaman olacağı belli değildi
ama, uzak da görünmüyordu. Almanlar her yıl biraz daha güçlenince, Fransız ve
Rusların olduğu kadar İngilizlerin de tedirgin olmaya başladığını görüyordum.
Bunun sonu birbirleriyle kapışmak ve hesaplaşmak olacaktı. Nasıl bir yol
tutacağımı dikkatle araştırdım.
Büyük devletlerin İstanbul’da
yaptıkları konferans sırasında niyetlerinin, iddia ettikleri gibi hıristiyan
tebeanın hukukunu te’miri değil, önce muhtariyetlerini, sonra istiklâllerini
te’min suretiyle Osmanlı ülkesini parçalamak olduğunu görmüştüm. Bunu, iki
surette te’min etmeye çalışmaktaydılar. Birincisi, hıristiyan ahâliyi
ayaklandırıp ortalığı karıştırmak ve böylece bunlara arka çıkmak... İkincisi,
bizi kendi aramızda parçalamak için meşrutî idareyi getirmek... Her iki gayeleri
için de aramızda kolayca tarafdâr bulabiliyorlardı. Meşrutî idarelerin bir millî
vahdet hâlinde bulunan ülkelerde kolayca işlediğini, böyle bir vahdet içinde
olmayan ülkelerin bu idareye itibâr etmediğini fark edemeyen bâzı Türk
münevverleri, maalesef düşmanların ekmeklerine yağ sürmekteydiler.
Ben bu ihanetlerin ve ayaklanmaların
içinden ülkemi nasıl çıkarabilirdim?...
Ordunun yeni silâhlarla donanmasına
ve yeni harp san’atına uygun hazırlanmasına hız verdim, büyük bir asker olan
Alman Wander Goltz’u İstanbul’a getirdim. Yarın kopacağını umduğum ve beklediğim
savaşta denizlere hâkim devletle bir olursam, ordularım onun işine yarayacak,
donanması da benim işimi kolaylaştıracaktı ve üstelik elimde, dövüştüğüm
milletin harb oyunlarını çok İyi bilen bir ordum olacaktı.
Evet, benim Avrupa devletleri ile
tek başıma boğuşmaya gücüm yoktu ama, Rusya gibi, İngiltere gibi Asya’da bir çok
müslüman ahâliyi idareleri altına almış büyük devletler de benim hilâfet
silâhımdan ürküyorlardı. Bu yüzden, Osmanlı’nın işini bitirmek noktasında
anlaşabilirlerdi. Ben beklediğim güne kadar bu silâhı hudutlarımın dışında
kullanmamalıydım. Çünkü böyle bir teşebbüs ne din kardeşlerimizin işine
yarayacak, ne ülkemin yararına olacaktı. Hilâfet kuvvetimi, memleketimin huzuru
ve birliği için kullanmaya, dışarıdaki din kardeşlerimizi de her ihtimâle karşı
sağlam tutmaya karar verdim.
Hilâfetin elimde olması sürekli
olarak İngilizleri tedirgin ediyordu. Blund adlı bir İngilizle, Cemâleddîn-i
Efgânî adlı bir maskaranın el birliği ederek İngiliz hâriciyesinde
hazırladıkları bir plân elime geçti. Bunlar, hilâfetin Türkler tarafından zorla
alındığını ileri sürüyorlar ve Mekke şerifi Hüseyin’in halîfe îlân edilmesini
İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemâleddîn Efgânî’yi yakından tanırdım. Mısır’da
bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara mehdîlik iddiasıyla bütün Orta
Asya müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedir olmadığını
biliyordum. Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak İngilizler beni
sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhâl reddettim. Bu sefer Blund ile
işbirliği yaptı.
Bütün Arab ülkelerinin itibâr ettiği
Halepli Ebü’l-Hüdâ Esseydî yolu ile kendisini İstanbul’a çağırttım. Aracılığını,
Efgânî’nin eski hâmisi Münif Paşa ile Abdülhak Hâmid yaptılar. Geldi ve bir daha
İstanbul’dan çıkmasına izin vermedim.
Hilâfet mevzuunda İngiliz
teşebbüslerinin sonu gelmiş değildi. Çünkü Asya’da yüz elli milyon müslümanı
idareleri altında tutuyorlardı ve bu müslümanlar üzerinde hilâfetin büyük bir
nüfuzu vardı. Bunu bildiğim için İngilizleri kuşkulandırmadan, her ihtimâle
karşı, seyyidler, şeyhler, dervişler gönderip Asya’daki müslümanları hilâfete
manen bağlamaya husûsî bir itinâ gösteriyordum. Buhârâlı şeyh Süleymân
Efendi’nin Rusya’daki müslümanlar arasında yaptığı hizmetleri bilhassa şükranla
yâd ederim. Bunun, İngilizlerle münâsebetlerimizde çok faydasını gördüm.
Hindistan umûmî vâlileri oradaki müslümanların Osmanlı Devleti ile yakından
ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine Osmanlılarla iyi geçinilmesini
yazıyorlar ve böylece bizim işlerimizi bir nebze kolaylaştırmış oluyorlardı. Tek
başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş
düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu parçalardan birinin
vaz geçemeyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünyâ için söz sahibi olabiliriz.
Büyük devletler arasındaki rekabetin
eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi, öyleyse Osmanlı
Devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikelerinden uzak yaşamalı ve
çatışma günü ağırlığını ortaya koymalıydı. İşte benim 33 yıl süren siyâsetimin
sırrı...”
Mısır Mes’elesi
Mısır hidivi İsmâil Paşa, İngiltere
ve Fransa’dan 100 milyon altından fazla borç alarak, Mısır’ı kalkamıyacağı bir
yükün altına sokmuştu. Borçlarını ödeyemeyince de alacaklı devletler, İsmâil
Paşa’yı sıkıştırıp Mısır’da mâlî bir kontrolün kurulmasını sağladılar. Ayrıca
Süveyş kanalı tahvillerinin önemli mikdârını İngilizler satın alarak kanal
sermâyesinin yarısına sâhib oldular. Hidiv, borçların faizlerini bile ödeyemez
hâle gelince, bir İngiliz’i mâliye, bir Fransız’ı da nâfia vekili yapmak
mecburiyetinde kaldı. Bunlar, önce masrafları azaltmak bahanesiyle Mısır
ordusunu otuz binden on bir bin kişiye indirdiler. Arkasından 2500 subayı da
emekliye ayırınca, subaylar, miralay Arâbî Bey liderliğinde hidiv İsmail Paşa’ya
isyân ettiler. Mısır karışınca Abdülhamîd Han, İsmâil Paşa’yı azlederek yerine
oğlu Tevfik Paşa’yı getirdi (25 Haziran 1879) Arâbî de mîrlivâlığa terfi
ettirilerek paşa ünvânı verildi. Arâbî Paşa, Mısır’daki Avrupalı me’murların
işine son verip, memleketlerine gönderdi. İngilizler Hindistan yolu üzerinde
bulunan Mısır’ı tek başlarına işgal etmeyi tasarlamışlardı. Zîrâ Mısır, İngiliz
hâkimiyetine girdiği takdirde, Hindistan ve ipek yolu emniyetini
sağlayacaklardı. Bu hâdiseleri fırsat bilen İngilizler, Mısır’daki Avrupalıların
haklarını korumak için amiral Sir Beauchamp Seymour yönetimindeki İngiliz
filosuyla Mısır’a asker çıkarmaya başladılar. İskenderiyye’de yapılan kanlı
çarpışmalarda Mısır kuvvetleri bozguna uğradı. İngilizler, Mısır’ı 15 Eylül 1882
günü işgal ederek hedeflerine ulaştılar. Netîcede Mısır, Osmanlı hâkimiyetinde
kalmak ve vergi vermek suretiyle İngiltere’nin işgali altına girdi (Bkz. Arâbî
Paşa).
1877 Osmanlı-Rus harbinden sonra
yapılan Berlin muahedesiyle Teselya ve Narda, bu harble hiç bir ilgisi olmadığı
hâlde Yunanistan’a verilmişti. Bunları kâfi görmeyen Yunanistan, Yanya ve
Girid’e göz dikmişti. Avrupa devletlerine sırtını dayayan Yunan hükümeti,
çeteler hâlinde Girid’e asker çıkarıp, bol mikdârda cephane yığdırdı.
Müslümanları öldürmeye başlayınca, Osmanlı askeri de rum çetelerine karşılık
verdi. Bunun üzerine Yunanlılar; “Osmanlılar hıristiyanları kesiyor” diyerek
Avrupa’da Türk mezâlimi yaygarasını kopardılar. Osmanlı Devleti’ne karşı
seferberlik îlân ettiler. Harp tarafdârı olmayan Sultan, Edhem Paşa
kumandasındaki ordusunu hazır hâle getirdi. Yunanlıların Osmanlı sınırlarını
ihlâl etmesi üzerine, 18 Nisan 1897 günü Sultan Yunanlılara karşı harb îlân
etti. Osmanlı ordusu kısa zamanda Atina kapılarına dayandı. Yunanistan’ın
Osmanlılar tarafından geri alınacağını anlayan Yunan hükümeti, Avrupa’dan yardım
istedi. Rus çarı mütâreke için İstanbul’a telgraf çekti. Abdülhamîd Han, harp
tazmînâtı almak ve Teselya ile Narda’nın iadesi şartıyla mütârekeyi kabul etti.
Fakat Avrupa devletleri Sultân’ı harble tehdîd ederek Yunanistan lehine sulh
yaptırdılar (Bkz. Yunan Harbleri).
İslâm düşmanı olan İngilizler,
Osmanlı Devleti’nin iyiye gidişini durdurmak ve yıkmak için çeşitli
faaliyetlerde bulundular, isyân çıkarabilecekleri en müsait yerleri
araştırdılar. İttihâd ve Terakkî nin çalışmalarına hız verdirdiler. Pâdişâh’ın
aleyhinde olan basını harekete geçirdiler. Arabistan yarımadasında, Necd
bölgesinde yaşayan bedevî kabîlelerini, Doğu Anadolu’da ermenileri devlete karşı
isyân ettirdiler. Arabistan’da çıkan isyân sonunda Basra körfezi ve havalisi
İngiliz nüfuzu altına girdi. Ayrıca Yemen’de de Osmanlılara karşı isyân
çıkarttılar. Seneler süren çarpışmalarda yüz binlerce Osmanlı yiğidi şehîd
düştü. Giden bir daha geri dönmedi. Osmanlı kuvvetlerinin çöllerde heba olmasına
sebeb olan İngilizler, Pâdişâh’ın hilâfet nüfuzunu bu şekilde kırmaya
çalıştılar. Fakat, Abdülhamîd Han’ın cesaret ve celâdetle karşı koyması,
İngilizleri şaşkına çevirdi.
Memleketin bütünlüğü konusunda
fevkalâde hassasiyet gösteren Abdülhamîd Han, Berlin andlaşmasının, Anadolu’da
ermenilerin yaşadığı vilâyetlerde ıslâhât yapılmasını isteyen 61. maddesini
kesinlikle tatbik etmedi. Bunun ermeni muhtariyetini doğuracağını görerek;
“ölürüm de bu maddeyi uygulayamam” dedi. Başta İngiltere ve diğer Avrupa
devletlerinin tehdîdlerine rağmen, bu konuda tâviz vermedi. Tâviz verme yanlısı
olan sadrâzam ve devlet adamlarını da azletti. Bunun üzerine İngilizler,
ermenileri isyâna teşvik ettiler. Doğu Anadolu’da çıkan ermeni isyânları ile pek
çok müslüman hunharca katledildi. Bunu önlemek için Sultan, Hamîdiye alaylarını
kurdu. Bu birlikler yerli halktan alınan askerlerden meydana geliyordu ve
bölgenin asayişini sağlamakla görevli idi (Bkz. Hamîdiye Alayları). Ermeniler
Doğu Anadolu’da isyân çıkarmakla yetinmediler. Sultân’ı öldürmek için fırsat
kollamaya başladılar. Saatli bir bomba ile Osmanlı sultânını şehîd ettikten
sonra Bâb-ı âlîyi, Galata köprüsünü, Osmanlı Bankası’nı, tüneli, bâzı resmî
kuruluşlarla birlikte yabancı sefarethânelerini, husûsî iş yerlerini havaya
uçurmak, müthiş bir kargaşalık ve isyân çıkararak İstanbul’u kan gölü hâline
getirmek, böylece Avrupa devletlerinin askerî müdâhalesine sebeb olarak ermeni
mes’elesini hâlletmek için plân yaptılar. Suikastın elebaşıları Troşak ermeni
ihtilâl komitesi reislerinden Bakü’lü Samoil Kayın diğer adıyla Hristofor
Mikaelyan ile yardımcılarıydı. Saatli bomba kurup patlatmada büyük bir usta olan
Belçikalı anarşist E. Jorris’e çok para vererek bu işi yapmaya ikna ettiler.
Jorris hazırlıklarını yaparak, bombayı 21 Temmuz 1905 Cuma günü patlatmaya karar
verdi. O gün Sultan, namazını kıldıktan sonra, câmiden çıkarken, merdivenlerin
başında şeyhülislâm Mehmed Cemâleddîn Efendi ile mu’tadından daha uzun konuştu.
Ondan ayrılıp ağır ağır merdivenlerden inmeye başladığı anda bir kaç metre
ileride yeri göğü sarsan büyük bir bomba patladı. Suikasttan salimen kurtulan
sultan, Düyük bir tevekkül ile Allahü teâlâya sığınmış, dimdik duruyordu.
Bulunduğu yerden soğukkanlılıkla, ayakta, hâdiselerin gelişmesini tâkib etti.
Vazifeli subaylara, hâdisenin olduğu yerden uzaklaşmak için kaçanları gösterip,
yakalanmaları için emirler verdi, gür ve tok sesi ile; “Korkmayın! Korkmayınl”
diyerek halkı yatıştırdı. Yirmi altı kişi ölmüş, elli sekiz kişi de
yaralanmıştı.
Bu panik anında binlerce seyirci ve
ecnebi diplomata karşı düşünmeden; “Kendimce en büyük emel, ahâlinin rahat ve
mes’ûd olmasıdır. Bu uğurda, gece-gündüz nasıl çalışıldığı ve gayret
gösterildiği malûmdur. Gayret ve hüsn-i niyetimin mintarafillah (Allah
tarafından) mükâfatı, şu hâdiseden, hıfz-ı Hüdâ (Allah’ın, korumasıyla) emîn
olmaklığımdır (kurtulmamdır). Onun için, cenâb-ı Hakk’a şükür ve hamd ederim.
Müteessir olduğum bir şey varsa, asker evlâdlarımdan ve ahâliden bâzılarının
telef ve mecruh olmalarıdır (yaralanmaları ve ölmeleridir). Buna ilelebed
teessüf ederim. Tebeamın hakkımda göstermiş oldukları hissiyata bütün
samimiyetimle memnuniyetimi beyân eyler, âfât-ı semâviyye ve erdiyyeden (göğe ve
yere âit âfetlerden) masuniyetleri (korunmaları) için duâ ederim” diyerek temiz
kalbliliğini, milletin olgun ve şefkatli bir babası olduğunu gösterdi.
Sultan Abdülhamîd Han’ın başarı ile
karşı koyduğu konulardan biri de Filistin mes’elesi idi. Yahûdîler Arz-ı Mev’ûd
(vâdedilmiş topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarına İngiltere’de
başlamışlardı. Bu gayenin tahakkuku için Siyonist teşkilâtlar kurup zengin gelir
kaynakları te’min ettiler. Siyonist hareketlerin başına geçen Theodor Herzl,
Filistin’de bir yahûdî devletinin, kurulması için çok çalıştı. Yahudiler 1870
senesinden îtibâren Filistin toprakları üzerinde ziraî yerleşme merkezleri
teşkil etmeye başladılar. 1870-1896 seneleri arasında, Filistin’de on yedi tarım
kolonisi kurdular. Daha sonra Herzl, binbir zorlukla sultan Abdülhamîd Han ile
görüşme imkânı bulabildi. Ondan Filistin’de bir aristokratik cumhuriyet kurmak
için izin istedi ve bâzı tekliflerde bulundu. Hattâ, Osmanlı Devleti’nin bütün
borçlarını ödemeyi taahhüd ettiler. Sultan, Herzl’in bizzat veya dostları
vasıtasıyla yaptığı teklifleri kabul etmeyerek târihe altın harflerle geçen şu
cevâbını verdi:
“Ben bir karış dahi olsa toprak
satmam; zîrâ bu vatan bana değil milletime âiddir. Milletim bu devleti kanlarını
dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldar kılmışdır. O bizden ayrılıp
uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarımın
efradı birer birer Plevne’de şehîd düşmüşlerdir, bir tanesi dahi geri dönmemek
üzere hepsi muhârebe meydanlarında kalmışlardır. Bu vatan bana âid değildir.
Türk milletinindir ve ben onun hiç bir parçasını veremem. Bırakalım yahûdîler
milyarlarını saklasınlar. Ancak benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar
Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat
yapılmasına müsâde edemem.” Herzl, Abdülhamîd Han’ın bu cevâbından sonra da ona
müracaattan vaz geçmedi. Sultan da, Filistin’in tamâmını arâzî-i şâhâne ilân
etti. Bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin’de vazifelendirdi. Filistin’de
yeni demiryolları ve zirâat kuruluşları te’sis etti. Bölgeden yahûdîlere toprak
satılmasını yasakladı. Kafkas ve Balkanlardaki bir kısım müslümanian Filistin’e
yerleştirdi. Bütün bunlar Herzl’in faaliyet şeklini değiştirmesine sebeb oldu.
Jön Türkleri, ermeni ve rumları pâdişâha karşı kışkırttı. İngilizlere, Osmanlı
Devleti’nde İkinci Meşrûtiyet’in îlânı için baskı yapılmasını teklif etti (Bkz.
Filistin Mes’elesi).
1890 senesinde İngilizlerin
yardımıyla kurulan İttihâd ve Terakkî cemiyetinin ilk hedefi, sultan
Abdülhamîd’i tahttan indirmek ve meşrûtiyeti îlân etmekti. Cemiyet kısa sürede
tahminlerin üzerinde tarafdâr topladı. 1897 senesinde, Sultân’ı hal’ etmek için
hazırlıklara girişmeleri üzerine, faaliyetleri Pâdişâh’a bildirildi. Sultan
suçları îdâm olan bu cemiyet üyelerini, merhamet edip yurdun çeşitti yerlerine
sürdü. Bâzıları Paris’e kaçarak devlet aleyhindeki faaliyetlerine devam ettiler.
1902 senesi Şubat ayında Paris’te Ahrâr-ı Osmaniye ismini verdikleri bir
kongrede Sultan aleyhdârı Türk, rum, ermeni, arnavud, yahûdî, çerkes ve İttihâd
ve Terakkî üyeleri bir araya geldiler. Bunlar Osmanlı’nın Doğu Anadolu ve
Makedonya eyâletlerine muhtariyet verilmesini istiyorlardı. Öncelikle yahûdî ve
ermeni gibi milletlere hak tanınsın, sonra muhtariyet, istiklâl verilsin
diyorlardı. Bu isteklerini bir karar hâline getirdiler. Ayrıca Sultan
aleyhindeki faaliyetlerini hızlandırabilecekleri yer olarak Makedonya’yı
seçtiler.
İttihâdcılar, her yerde görüşlerini
yayarak, Balkanlardaki komitacılarla işbirliğine başladılar. Müslüman kanı
dökmekten zevk alan bulgar, sırp, yunan çeteleri, sultan Abdülhamîd Han’ı
tahttan uzaklaştırmak için İttihâd ve Terakkî cemiyetine kucak açtılar.
İttihâdcılar 1908’de Payitahta karşı şiddetli bir tehdîd propagandasına
başladılar. Aynı zamanda arnavut İhtilâl komitesiyle birleştiler. Üsküp
civarında altı bin arnavud toplanarak, sultan Abdülhamîd Han’a telgraf çektiler.
Meşrûtiyeti îlân etmezse elli bin kişiyle İstanbul’a yürüyeceklerini
bildirdiler. Sultan Abdülhamîd Han, İttihâd ve Terakkî komitesinin gayr-i
müslimlerle birleşmesine, Avrupa devletlerinden yardım istemelerine ve
gönderdikleri tehdîd dolu telgraflara çok üzüldü. Bu çetelerin üzerine az bir
asker göndermekle haklarından gelirdi. Fakat kan dökmek istemiyordu. Olayları
önleyemeyen bir rivayette de bu olayları destekleyen sadrâzam Avlonyalı Dâmâd
Ferîd Paşa’yı 22 Temmuz 1908’de azletti. Yerine Küçük Saîd Paşa’yı yedinci defa
sadrâzamlığa tâyin etti. Harbiye nâzırlığına, Müşir Ömer Rüşdî Paşa’yı getirdi.
Otuz iki sene önce îlân edilen Birinci Meşrûtiyet’ten sonra ikinci defa
meşrûtiyeti îlân etmeye zorlanıyordu. Sultan, sarayda yeni bir hey’et teşekkül
ettirerek, Türklerin hakimiyetinde olan bir yapıya sâhib olacak bir meclise yeni
bir kânûn-i esâsî hazırlattırıp tatbik etmeyi düşünüyordu. Fakat çıkan yerel
isyânlar, İttihâdcıların Avrupa devletlerinden yardım istemeleri ve ihtilâl
hazırlıkları sebebiyle yeni bir kânûn-i esâsî hazırlamaya fırsat yoktu. Daha
fazla müslüman kanı dökülmesini istemeyen Sultan, 23 Temmuz 1908’de Kânûn-i
esâsîyi tekrar yürürlüğe koyarak ikinci Meşrûtiyeti îlân etti.
Meşrûtiyet’in îlânı ile, İttihâd ve
Terakkî cemiyetinin ileri gelenlerinden Cemâl, Enver, Talat, Necip, Rahmi beyler
İstanbul’a gelerek sadrâzama ve devlet erkânına baskı yapmaya, hükûmetin
işlerine karışmaya başladılar, îlân edilen umûmî af ile yurda dönen Jön Türkler
ve dağlardan silâhlarını bırakarak inen komitacıların da katıldığı sun’i ve
sözde kardeşlik havası fazla sürmedi. İttihâdcıların ilk anda yaptığı hatâlar
sebebiyle Bulgaristan, 5 Ekim 1908’de Osmanlı Cihân Devleti’nden ayrılarak
krallığını îlân etti. Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek eyâletini işgal etti. 6
Ekim 1908’de Girid eyâlet meclisi Osmanlı Devleti’nden ayrılıp Yunanistan’a
katıldığını açıkladı. Bu hâdiseler, sultan Abdülhamîd Han’ın dış politikasındaki
dehâsını ortaya çıkarıyordu. Otuz sene durmuş olan facialar tekrar başladı.
Aralık 1908’de Meclis-i meb’ûsan
toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi meb’ûs seçilerek meclise girmişti.
Meclisteki azınlıklar daha etkili idi. Meşrûtiyete göre Sultan, sâdece sadrâzam
ile şeyhülislâmı seçebiliyordu. Sadrâzam da nâzırları seçiyor, kabine güven oyu
alırsa çalışıyor, meclis istediği zaman hükûmeti düşürebiliyordu. Neticede
devletin idaresi ehliyetsiz, tecrübesiz ellere geçti. Böylece çeşitli din, dil
ve ırka mensup meb’usların hepsi Osmanlı Devleti’nden ayrılarak istiklâllerini
îlân etmek için her türlü gayr-i meşru vâsıtalara başvuruyorlardı. Binlerce
müslümanın kanına giren yunan, sırp, bulgar ve ermeni çetecileri için umûmî af
îlân edildi. Osmanlı Devleti’nden kaçan ne kadar isyâncı varsa, hepsine yeniden
kapılar açıldı ve bunlar İstanbul’a geldiler. İngilizler, Ruslar ve diğer
hıristiyan devletler, azınlıklara el altından bol mikdarda silâh gönderdiler.
İttihâd ve Terakkî cemiyeti liderleri, yaptıkları acemi siyâsetleri ile ortalığı
birbirine karıştırmışlardı. Yapacakları icrâatlarda kendilerine destek olması
için, Selanik’ten avcı taburlarını getirerek taş kışlaya yerleştirdiler.
Kendilerine karşı olan kimseleri çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör
havası estiriyorlardı. Kısa zamanda halkın huzuru kaçtı. İttihâdçılar lanetle
anılmaya başlandı. Yine bunların baskısıyla hükûmet alaylı subayları ordudan
çıkarttı. Bu sırada bâzı gazeteler ittihâdçılara karşı halkın dînî duygularını
galeyana getiren neşriyat yaparak; halkı ve orduyu isyâna teşvik ediyordu. Rûmî
31 Mart günü dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı isyân ederek
subaylarını hapsettiler. Pâdişâh Abdülhamîd Han, isyânı Hüseyin Hilmi Paşa’nın
gönderdiği bir telgraf sonucu öğrendi. İsyancılar sadrâzamın azledilmesini,
görevden alınan alaylı subayların tekrar orduya alınmasını istiyorlardı. Bunun
üzerine Hüseyin Hilmi Paşa’yı sadrâzamlıktan azl ederek yerine Tevfik Paşa’yı
getirdi ve Müşir Edhem Paşa’yı da harbiye nâzırı yaptı. Mâbeyn başkâtibi ile
isyâncılara, isyândan vazgeçtikleri takdirde af edildiklerine dâir bir hatt-ı
hümâyûn gönderdi. Bunun üzerine isyân bir mikdâr yatıştıysa da ertesi gün yine
alevlendi.
İsyanın Rumeli’deki yankısı büyük
oldu. Hâdisenin kim tarafından hazırlandığı belli olmadığı için, Sultan boy
hedefi oldu. Üçüncü ordü ile gönüllü bulgar müfrezesi ve sırp, yunan, yahûdî,
arnavut çetecilerinden müteşekkil bir ordu kurularak İstanbul’a sevkedildi. Bu
orduya Hareket ordusu denildi. Ordunun gayesi Sultân’ı tahttan indirmekti.
Pâdişâhla sâdık bâzı paşalar saraya gelerek Yıldız ve civarındaki birliklerin
Hareket ordusuna karşı kullanılması için izin istediler. Abdülhamîd Han;
“Tüfekçilerin silâhları toplansın, kimse silâh atmasın, müslümanı müslümana
kırdırmam” diyerek” bu teklifi reddetti. Kuvvetli olmasına rağmen büyük fitne
çıkmaması için bunu kullandırtmadı. Hareket ordusu İstanbul önlerindeyken,
Abdülhamîd Han; “Madem beni istemiyorlar, saltanatı biraderime ferağ ederim,
devleti o idare etsin. Fakat bir meclis mi, yoksa Dîvân-i âlî mi ne kurulursa
kurulup, benim hâdise ile alâkamın olup olmadığı tesbit edilmelidir” demişti.
Ancak Saîd Paşa; “Suçsuz çıkarsa halimiz nice olur” diyerek resmî tahkikatın
açılmasına mâni oldu.
Mevcudu on beş bine varan Hareket
ordusu, 24 Nisan’da Topkapı ve Edirnekapı’dan şehre girerek yol üzerindeki
askerî karakolları teslim aldı ve Harbiye nezâretini işgal etti. Taksim
kışlasında ve Taşkışla’daki mukavemet, şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Bu
arada Yıldız Sarayı’nın işgali sırasında sultan Abdülhamîd Han, mukâvemet etmek
isteyen askerlere; “Ben halîfe-i İslâm’ım, müslümanı müslümana kırdırmam. Silâh
çekmek isteyen ilk önce beni vursun sonra diğer asker kardeşlerine kurşun atsın”
demek suretiyle çatışmanın önüne geçti. Fakat ülkenin en mükemmel ordusu olan
Birinci orduya direnme emri verilseydi, derme-çatma olan Hareket ordusu bir anda
dağıtılabilirdi. Pâdişâh’ın emrine boyun eğen askerler silâhlarını teslim
ettiler. Böylece 25 Nisan günü Hareket ordusu İstanbul’a hâkim oldu. Mahmûd
Şevket Paşa, sıkıyönetim îlân ederek suçlu suçsuz bir çok insanı îdâm ettirdi.
Yüzlerce balkan çetesiyle saraya girerek, kıymetli eşyaları yağmaladı, İttihâd
ve Terakkî hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da terör havası estirmeye
başladı.
27 Nisan 1909 günü Âyân ve Meb’ûslar
meclisi toplandı. Âyân’dan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, kürsüye gelerek, önceden
kararlaştırıldığı gibi Pâdişâh’ın hal’ edilmesini teklif etmişti. Bu teklif
kabul edildikten sonra, yine Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, hal’ karârının bir fetvaya
istinâd ettirilmesi lüzumuna işaret etmişti. Hal’ fetvasının ilk müsveddesini
meb’uslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazmıştı. Fetvada Sultan Abdülhamîd Han’a
31 Mart isyânına sebeb olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin
hazînesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları hâlde îdâm ettirmek... gibi
suçlar yükleniyordu. Meclis, bu fetva gereği Sultân’ı hal’ karârı aldı.
Nihayet, hal’ karârını Pâdişâh’a
tebliğ için, Âyan ve Meb’ûsan’ı temsîlen bir hey’et seçilmiş ve Yıldız Sarayı’na
gönderilmişti. Yıldız’a Sultan Abdülhamîd Han’a hal’ini tebliğ için gönderilen
hey’etin teşekkül tarzı ise, Türk târihinin en yüz kızartıcı hâdiselerinden
birisi oldu. Bütün Osmanlı tebaasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile
teşekkül olunan hey’ette tek bir Türk yoktu. Bunlar yahûdî Emanuel Karasso,
arnavut Esat Toptanî, ermeni Aram Efendi ve Pâdişâh’ın uzun seneler yaverliğini
yapmış olan katışık soydan Arif Hikmet Paşa idiler. Pâdişâh, hal’ karârını
tebliğe gelenlerin kimler olduğunu mâbeyn başkâtibi Cevâd Bey’e sorup öğrenince;
“Bir Türk pâdişâhına, İslâm halîfesine hal’ karârını bildirmek için bir yahûdî,
bir ermeni, bir arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!” demekten
kendini alamadı.
İttihâdçılar, o gece (27 Nisan 1909)
sultan Abdülhamîd Han’ı İstanbul’dan çıkararak, kontrol altında tutabilecekleri
bir yere nakletmeyi düşünüyorlardı. En emin yer; İttihâd ve Terakkî Cemiyeti ile
Üçüncü ordunun hâkimiyeti altındaki Selânik idi. Bu suretle sultan Abdülhamîd
Han, kendisine baş kaldıran Selanik Halkının ayağına getirilerek rencide
edilecekti. Sultan Abdülhamîd, hemen o gece 38 kişilik maiyyetiyle trene
bindirilerek hiçbir şeyini almasına izin verilmedi. Pâdişâh’a yolculuğunda üç
kızı ile oğullarının ikisi refakat etti. Selanik’te Alâtini Köşkü kendisine
tahsis edildi. Burada çok sıkı bir nezâret içinde acıklı yıllar geçirdi. Bu
arada özellikle gazete okumasına asla izin verilmedi.
Sarayında bütün serveti yağmalanan
Sultan, Selanik’te geçirdiği ızdırâblı günler sırasında, İttihâd ve Terakkî
cemiyeti tarafından gönderilen telgrafla, yabancı bankalarda bulunan bütün nakit
ve mevduâtına el koyabilmek için mâliye nâzırı Câvid Bey’e vekâletname vermeye
zorlandı. Vaziyet hem ciddî hem vahim’di. Tasarruf, devlet adına yapılıyor,
vâzıülyedlik hakkı (el koyma) orduya bırakılıyordu. Bu durumu Abdülhamîd Han
hâtıratındâ şöyle anlatmaktadır: “Bu günler hayâtımın en elim günleriydi. Yalnız
ben değil, çoluk-çocuğum da tazyik ediliyordu. Muhâfız subaylar, eğer
istedikleri parayı ordu emrine vermezsem, köşkün Osmanlı donanması ile topa
tutulacağını, hepimizin yok olacağını söylemekten çekinmiyorlardı. İstedikleri
paranın bir kısmı tahvil, bir kısmı ise çocuklarının Ayrupa’da tahsili için
Kredi Liyona bankasına yatırdığım elli bin lira idi. Memleketimden esirgeyeceğim
hiç bir şeyim yoktu. Severek bu son üç-beş kuruşumu da verebilirdim. Fakat
hayâtımız bile emniyet altında değildi. Bizi korumakla vazîfeli olanlar, bizi
ölümle, topa tutmakla tehdîd ediyorlardı. Vekâletnâmeyi gönderen hareket ordusu
kumandanı Mahmûd Şevket Paşa; “Öldüğün zaman bu para nasılsa elimize geçecek,
bizi buna zorlama, gönül rızânla ver de elimizi kana bulamayalım” diyebiliyordu.
Yanımda duran Fethi Bey’in yüzü sapsarı idi. Ona; “Getir vekâletnameyi
imzâlıyacağım” dedim. “Böylece büyük Osmanlı Sultân’ı şahsî servetinden mahrum
bırakılarak devlete ve hükûmete el açar duruma getirildi.
İkinci Meşrûtiyet’in başlangıcı,
memleketimiz için büyük felâket ve ziyanlara sebeb oldu. 1911 (H. 1329)’da
Trablusgarb’ı İtalyanlar işgal etti. 1912 (H. 1331)’de Balkan harbi bozgunu
oldu. İki büyük kıta ile ilgimiz kesildi. Afrika’da bir milyon iki yüz bin;
Rumli’de ise, iki yüz elli bin kilometre kare yerimiz elden gitti.
Sultan Abdülhamîd Han, Selanik’te üç
yıldan fazla kaldı. Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne harb îlân etmesi üzerine,
Büyük kabine denilen Gâzi Ahmed Muhtar Paşa kabînesi, sultan Abdülhamîd Han’ın
Selânik’de muhafazası zorlaşacağından, İstanbul’a nakledilmesini kararlaştırdı.
Sultan Reşâd da bu karârı tasdik etti.
1 Kasım 1912 günü Loreley vapuru ile
İstanbul’a getirilen Hâkân-ı sabık, İkâmetine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayı’na
yerleştirildi.
Sultan Abdülhamîd Han, Beylerbeyi
Sarayı’nda beş buçuk yıl yaşadı. Bu müddet zarfında, otuz üç yıl dâhiyane bir
denge siyâseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya çalıştığı devletin bir
oldu-bittiye getirilerek Harb-ı umûmî felâketine sürüklendiğine şâhid oldu.
İngilizler ve Fransızların Çanakkale
Boğazı’nı zorladıkları günlerdi... Boğaz istihkâmlarının dayanamayacağı ve
düşman donanmasının Marmara Denizi’ne geçebileceğinden endişe edildiği için, bir
tedbir olarak pâdişâhın ve hükûmetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Durum
Abdülhamîd Han’a bildirilince; “Ben Fâtih’in torunuyum. Hiç bir vakit Bizans
imparatoru Kostantin’den aşağı kalamam. Dedem İstanbul’u alırken, Kostantin
askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderlerse gitsinler.
Fakat o ve hükûmet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince;
ben Beylerbeyi Sarayı’ndan ayağımı dışarıya atmam!” diye cevâb verdi. Onun bu
kararlığı karşısında hükûmet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün
yıkılmasını önlemiş oldu.
Abdülhamîd Han, Harb-i Umûmî’nin
sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat ayı başında hastalandı. Yetmiş yedi
yaşında idi. Şiddetli bir nezleye tutulmuş, yaşlılığından dolayı yatağa
düşmüştü. 10 Şubat 1918 günü akşamı vefât etti.
Sultan Hamîd’i tahtından indiren
İttihâd ve Terakkî idarecileri sonunda memleketi düşman çizmelerinin altında
bırakarak kaçtılar. Onun büyüklüğünü anlıyamadıklarını itiraf edip hayatlarını
hüsranla bitirdiler. İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor Behâeddîn Şâkir,
Doktor Nazım 30 Ekim 1918’de Mondros mütârekesini imza ettikten bir gün sonra,
gece yarısı memleketi terk ettiler. Talat Paşa 1921’de kırk dokuz yaşında
Berlin’de, Enver Paşa kırk yaşında 1922’de Türkistan’da, Cemâl Paşa da 1922’de
elli yaşında Tiflis’de öldürüldüler.
Abdülhamîd Han daha 30 Temmuz
1908’de, İttihâdçılar idareyi gasb ederken; “Türkiye’yi 10 sene idare
edebilirlerse, bir asır idare edebildik diye sevinsinler” diyerek muhtemel
neticeyi daha işin başında işaret ediyordu. Böylece koca devlet İttihâd ve
Terakkî kelimelerinin taşıdığı mânânın tamamen zıddına yol aldı ve kısa zamanda
dağılmış oldu.
Mâlî ve Kültürel Faaliyetler
Sultan Abdülhamîd Han büyük güçler
arasındaki rekabet üzerine kurulan dış politikayı göz önüne alıp, zaman
kazanarak devleti ekonomik bakımdan kalkındıracak gerekli reformları yapmak
gayesini güttü. Ancak Tanzîmât döneminin borç yükü Pâdişâh’ın elini kolunu
bağlıyordu. Siyâsî buhranların yanında devlet, maddî bakımdan güç durumda idi.
Harpler, hazîneyi bitirmiş ve dış ülkelere milyonlarca borcun altına girilmişti.
Abdülhamîd Han, pâdişâh olunca, devletin bütün borçlarını ödemeyi vâdetmiş ve
sarsılan haricî itibârı bu şekilde düzeltme yoluna gitmişti. Alacaklı olan
devletler ile 1 Eylül 1881’de İstanbul’da toplantı yapıldı. Görüşmeler sonunda
anlaşmaya varıldı. Muharrem kararnamesi diye meşhur olan kararnameyle devletin
borçlarının kısa yoldan Ödeneceği açıklandı. Pek siyâsî bir dehâ olan Sultan,
alacaklı olan İngiltere ve Fransa’yı razı ederek, borçların mikdârını indirtti.
Bu borçları tahsîl etmek için Düyûn-ı umûmiye idaresi kuruldu. Bu idareye,
tütün, tuz ve ipek vergi gelirleri ile, damga pulu ve balık resimleri gibi bâzı
vergileri toplama yetkisi verildi. Abdülhamîd Han, saltanatı boyunca, dış
borçların büyük bir kısmını ödedi. Az mikdarda dış borç aldı. (Bkz. Düyûn-i
Umûmiye).
Eğitim ve İmâr Faaliyetleri
Sultan Abdülhamîd Han’ın eğitim ve
îmâr bakımından hizmeti büyüktür. Bunlar, onun dikkatle tâkib ettiği hususlardı.
Sultan, hükümdarlığı boyunca en çok hizmet ve gayreti bu sahada yapmıştır. Onun
bu faaliyetlerini düşmanları bile kabul etmiştir. Onun devri, ilmî, edebî, dînî
yayınlar bakımından Osmanlı Devleti’nin en zengin ve verimli zamanlarından
biridir. Matbaaların sayısı artmış; neşriyat faaliyeti fevkalâde gelişmiştir.
Her ilim dalında yeni ve modern eserler basılmış, lügatler, ansiklopediler
neşredilmiş, Türk lügatçiliği bugün bile o devrin çalışmalarını geçememiştir.
Yaptırdığı ilk, orta, lise ve yüksek okulların bir hayli çok olduğu, devrinde
çıkan ve hemen her sayısında yaptırılan mekteplerin resimlerine yer veren
mecmualardan anlaşılmaktadır. Yine bu devirde yüksek payelerle taltif edilen
ilim adamları dâima üstün tutulmuştur. Bunlardan Safvet ve Tunuslu Hayreddîn
paşalarla, Ârifi ve Kadri paşalar sadrâzam olmuşlar; Cevdet Paşa, Akif Paşa,
Abidîn Paşa, Giridli Sırrı Paşa, Vidinli Tevfik Paşa, Münif Paşa, Gâzi Ahmed
Muhtar Paşa, Sâdullah Paşa ve daha niceleri dâima devletin en yüksek
kademelerinde hizmet görmüşlerdir. İlim, irfan ve edebî sahada hizmet
verebilmeleri için kendilerine imkânlar tanınmıştır. Dâima himaye görerek
eserlerinin, ilim âlemine; edebiyat dünyasına takdim edilmeleri te’min
edilmiştir. Fakat edebiyat adı ile yıkıcılığı meslek edinenlerden bâzıları, ilim
adına hiyânet yoluna sapmışlar, bir kaç eserin neşredilmemesini bahane ederek,
sansür yaygaralarını koparıp istibdâd iftiralarında bulunmuşlardır. Yapılan
araştırmalar, bunların gerçekle ilgisinin bulunmadığını ve iftira olduğunu
“ortaya çıkarmıştır.
Sultan Abdülhamîd Han, memleketin
her köşesine okullar yaptırarak, eğitim ve öğretimin sıkı bir şekilde
yapılmasına gayret sarfetmiştir. Basra, Bağdâd, Musul, Haleb, Suriye, Beyrut,
Kudüs, Hicaz, Yemen, Bingâzi ve daha pek çok yerde ilk, orta, lise ve yüksek
okul yaptırmıştır. Anadolu ve Rumeli’de yaptırdığı orta ve yüksek mekteplerin
mikdârı bir hayli kabarıktır. Bunlardan bir kısmı günümüzde de öğretime devam
etmektedir.
Kaliteli eleman, me’mur yetiştirmek
üzere açtığı yüksek okullardan bâzıları: Mekteb-i Mülkiye, Güzel San’atlar
Akademisi, Yüksek Ticâret Mektebi, Hukuk, Yüksek Mühendis Mektebi, Bursa’da
İpekçilik Mektebi, Halkalı Zirâat ve Baytar Mektebi, Yatılı Kız Lisesi, Mülkiye
Lisesi, Üsküdar Lisesi, Mâden Arama Mektebi, Fen ve Edebiyat Fakülteleri, Dilsiz
ve Sağırlar Mektebi. Bir çok vilâyetlerde dârülmuallimînler ve bunlar gibi pek
çok mektepleri hep sultan Abdülhamîd Han yaptırmıştır.
Askerî Tıbbiye’den çıkan hekimlerin
staj yapmaları gayesiyle, 1898 senesinde Viyana’dan başka bir yerde eşi
bulunmayan Gülhâne Tabâbet-i Askeriye Tatbîkât Mektebi kuruldu. Bu okulun
kurulması için Bonn Üniversitesi cerrahî profesörü Robert Rieder, paşa ünvânıyla
getirildi. Her bölümün laboratuvarları en yeni âlet ve makinalarla teçhiz
edilmişti.
Bu laboratuvarlara her talebe için
birer mikroskop konulmuştu. Avrupa’dan getirilen seçme profesörlerin
yetiştirdikleri hekimler, daha sonra tıb fakültelerinde hocalık yaparak gençlere
modern tıb bilgilerini öğrettiler ve değerli mütehassıs hekimler yetiştirdiler.
1903 senesinde Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne ve bunun denetimi altında ve
tıb yanında bir de ecza sınıfı bulunan Şam Tıbbiyesi açıldı.
Hastahâneler, klinikler, modern
tıbbî âlet ve edevat hep bu devirde yaptırılmıştır. Kendi parasıyla yaptırdığı
Şişli Etfal Hastahânesi, bir kısım masraflarını kesesinden karşıladığı
Darülaceze, bunların en mühimlerindendir. Beyoğlu Kadın Hastahânesi yine onun
eseridir. Mehmed Fahri Bey, Besim Ömer, Asaf Derviş, mîralay Remzi, Ziya Nuri,
mîralay Mehmet Şâkir Bey, Mazhâr Osman gibi doktorlar bu devrin meşhur simaları
arasındadır. Bunlar gibi daha yüzlerce tabib ve mütehassıs, Avrupa ve dünyâ tıb
çevrelerinde söz sahibi idiler. Herbiri İstiklâl harbinde hizmet görmüşler,
sonradan kurulan tıb fakülteleri ve yetişen elemanlar, bu devirde yetişen ilim
adamlarının eseri olmuştur. Ayrıca, yüksek okullara talebe yetiştirmek üzere ilk
ve orta öğretime çok önem verdi. Bütün vilâyetlere batı tarzında okullar
açtırdı. İbtidâî ismi verilen ilk mektepleri köylere kadar götürdü. Rüşdiye yâni
ortaokullardan itibaren yabancı lisan öğrenimi mecburî tutuldu. Memleketin
çehresi değişti, kültür seviyesi yükseldi. Ancak bu mekteblerde yetişen kültürlü
genç neslin büyük kısmı Çanakkale savaşlarında şehîd oldu.
Müze-i hümâyûn (Eski eser müzesi),
Askerî Müze, Yıldız Arşivi ve Kütüphânesi, Bâyezîd Kütüphânesi’ni kurdurduğu
gibi, kütüphânelerdeki kitapların kataloglarını yaptırdı.
Abdülhamîd Han, basın ve yayın
çatışmalarını desteklediği için kitap, dergi, mecmua ve gazete sayısında büyük
artışlar meydana geldi (Bkz. Basın ve Matbûât). İstanbul başta olmak üzere,
diğer şehirlerin, önemli yerlerin fotoğraflarını çektirip, değerli bir albüm
kolleksiyonu hazırlattı. Bu albümler, bugün İstanbul Üniversitesi
Kütüphânesi’nde mevcuttur.
Sultan Abdülhamîd Han’ın askerî
sahadaki hizmetleri de takdire şayandır. Balkan harbi ve Birinci dünyâ savaşı
sırasında orduda vazîfeli bütün subaylar ile Millî mücâdelenin komutanları onun
devrinde yetişmiştir. Çok mikdarda tüfek, yüzlerce serî ateşli topları hep o
te’min ettirmiştir. İstanbul ve Çanakkale boğazlarını tahkim ettirdi. Pek çok
askerî te’sisleri tamir ettirip yenilerini yaptırdı. Memleketin başına gelecek
felâketi önceden tahmin ettiğinden ona göre hazırlık yaptırdı. Birinci cihân
harbinde Çanakkale, sultan Abdülhamîd Han’ın yaptırdığı istihkâmlarla kendini
savunmuştur. Ordu mensuplarının maaş ve geçim hususlarıyla bizzat ilgilenir,
ailelerinin geçim şartlarına îtinâ gösterirdi. En sıkıntılı zamanlarda bile
askerlerin maaşlarının muntazam verilmesi için olağanüstü tedbirler araştırır,
hâl çâresi bulurdu. Her müşkilât için sarayda husûsî komisyonlar kurdurur, iyice
tedkîk ettirip en faydalısını tatbikata koyardı. Askerî sahada ön safta yer
alabilmemiz için ilmî, fenni; teknik her hususta yenileşmenin, muasır seviyeyi
aşmanın ideâlini dâima muhafaza etmiştir. İlk defa denizaltı proje ve inşâsı
hususundaki başarılı çalışmaları bunların en bariz örneğidir. Harp gücünü
kaybetmiş eski gemileri Haliç’e çekip, Avrupa’da yeni yapılan üstün evsaflı
kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. Askerî ıslâhat için
Almanya’dan uzmanlar getirttiği gibi, eğitim için bu ülkeye Türk subayları
gönderdi. Askerî rüşdiyeleri ve idadileri çoğalttı. Kâğıthâne’de bir poligon
kurdurdu. Subayı öyle şerefli idi ki, bir kahve önünden bir binbaşı geçerken
kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi. Öyle bolluk vardı ki, bir
binbaşının evinde pişen yemekten bir, mahalle fakirlerinin karnı doyardı.
Abdülhamîd Han, zirâat, sanâyî ve
ticâret odalarını açtırdı. İlk defa bugünkü mânâda nüfûs tahrîri (sayım)
teşkilatını kurarak memlekeldeki insan gücü ve mal varlığının istatistiğini
yaptırdı ve senelik artış ve düşüşün düzenli bir şekilde tesbit edilmesini
sağladı.
Hereke kumaş fabrikasını genişletti.
Çini fabrikası açtırdı. İmâr ve bayındırlık faaliyetlerine hız verdi. Anadolu ve
Rumeli’de yol bulunmayan yerlere şose yaptırdı. Terkos suyunu İstanbul’a
getirtti. Osmanlı Bankası ve Reji binalarını yaptırdı. Hamîdiye kâğıt fabrikası,
Kadıköy havagazı fabrikası, Osmanlı sigorta şirketi, Beyrut limanı rıhtımı,
Sakız limanı rıhtımı, Küçük su barajı, Haydarpaşa rıhtımı, Galata, Tophâne
rıhtımı, Dolmabahçe saat kulesi, Mum fabrikası ve Tuna nehrinde Demirkapı kanalı
hep bu pâdişâhın eseridir. Ayrıca Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı. Haydarpaşa
İstasyon binasını yaptırdı. Beşiktaş tepesindeki Yıldız Sarayı’nı ve önündeki
câmiyi yaptırdı. Kâğıthâne’deki Hamîdiye suyunu halkın istifâdesine sundu.
Ankara vâlilerinden Abidîn Paşa, Elmadağı’ndan Ankara’ya tatlı su getirmek için
halkdan para toplamıştı, işe başlamak için halîfeden izin istedi. İkinci
Abdülhamîd Han, vâliye gönderdiği cevâbda; “Susuzlara su vermek çok sevâbdır.
Dînimizin emirlerinden biridir. Bu vazîfe ve şeref bize bırakılsın. Topladığın
paralan sâhiblerine geri ver. Bütün masrafı hazîne-i şâhânemden olmak üzere
hemen işe başla. Milletimi iyi suya kavuştur!” dedi. Az zaman içinde Ankaralılar
tatlı suya kavuşturuldu.
Yeni postahâne binasını, Medîne-i
münevvereye kadar telgraf hattını, Bingâzi telgraf hattını yaptırıp,
İstanbul-Köstence arasına kablo döşetti. Musul ve Kerkük civarında petrol
kuyuları açtırdı.
Hicaz beldesine hizmeti en ön plânda
tuttuğundan, buralara büyük hizmetler götürdü. İhsânları ve hizmetleri yalnız
ümerâya, ulemâya ve makamlara olmayıp, ahâlînin ve fakirlerin hepsine
ulaşmıştır. Mescid-i haramı gözleri kamaştıracak derecede tamir ve tezyin etmiş,
Hadîce-tül-Kübrâ’nın türbesini ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve
kızı hazret-i Fâtımâ’nın doğdukları binaları, en iyi şekilde ihya etmiş, Minâ
şehrini su şebekeleri ile doldurmuştur. Seyyid Ahmed Rıfâî ile diğer velîlerin
türbelerini tamir etmiş ve âlimlere ve velîlere gereken değeri vermiştir.
Mekke’de Gayretiyye ve Hamîdiyye piyade kışlalarıyla, topçu kışlası ve hükûmet
konağı yaptırmıştır. Osmanlı halîfelerinin herbirinin Hâdim-ül-harameyn
hizmetçisi olduklarını, bütün dünyâya îlân eden eserlere yenilerini eklemiştir.
Askerî, siyâsî, İktisadî ve ticarî
gaye ile; Bursa demiryolunu, Yafa-Kudüs hattını, Ankara demiryolunu,
Manastır-Selânik, Şam-Harran, Eskişehir-Kütahya, Beyrut-Şam, Afyon-Konya,
İstanbul-Selânik demiryollarını döşetti. Böylece demiryolu uzunluğu Rumeli’nde
1993, Anadolu’da 2507
kilometre yükseldi. Demiryolu yapımına çok ehemmiyet
verilmesinin sebebi, bölüşülmeye hazır hasta adam gözüyle bakılan vatanın
müdâfaası ve asker sevkıyatı zorluğunu gidermek içindir. Bu mes’ele 1877
Osmanlı-Rus harbinde kendini büyük çapta göstermişti. Balkan isyânları ile bu
harpten alınan dersler, ondan sonra Rumeli’de hemen iki hattın yapılmasını
gerektirmiş ve ilk olarak Selanik-İstanbul, Manastır-Selânik hatları
yapılmıştır. Eğer bu hatlar önce yapılmış olsaydı, Balkanlardaki ayaklanmaları
ânında bastırmak ve Doksanüç harbini önlemek mümkün olabilirdi.
Abdülhamîd Han, Anadolu dışındaki
bütün müslümanların kendisine bağlanarak bir bayrak altında toplanmalarını,
yeniden teşkilâtlanmalarını ve batı emperyalizmine karşı birleşmelerini
istiyordu. Bu gerçekleştiği takdirde; başta İngiltere olmak üzere, Avrupa
devletleri müslümanları sömüremeyecek, hattâ İslâm ülkelerine kötü gözle
bakamıyacaklardı. Bunun için de memleketin her yerinde başlattığı demiryolu
ağını Medîne ve Mekke’ye kadar ulaştırmak istiyordu. Bu şekilde İslâm
dünyasındaki ulaşımı kolaylaştıracak, müslümanlar arasındaki bağlar
kuvvetlenecek, böylece bütün müslümanlarda, başlarındaki halîfenin Abdülhamîd
Han olduğunda fikir birliği hâsıl olacak, Osmanlı Devleti’nin liderliğinde
birleşeceklerdi.
Fakat, Mekke’ye kadar uzanacak 2000
kilometrelik demiryolunun masraflarını karşılayacak para, hazînede yoktu.
Sultan, İslâm âlemi açısından bu hattın acilen yapılmasını istiyordu. Önce
kendisi şahsî malının büyük bir kısmını bu yola ayırdı. Sonra da müslümanlardan
yardım istedi. Afrika, Mısır, Afganistan, Türkistan, İran, Hindistan ve Osmanlı
hududları içindeki müslümanlar canla başla bu yardıma koştular. Kısa zamanda
milyonlarca altın toplandı ve Almanlara ihale edilerek, demiryolu hattı
Medîne’ye ulaştı.
Sultan Abdülhamîd Han’ın, Güneydoğu
Anadolu’ya demiryolu ağını kurması Rusları; Hicaz demiryollarını yaptırması da
İngilizleri telaşlandırdı. Çünkü eşit şartlarda Osmanlı ordusu her zaman
düşmanlarına galip geliyordu. Son harplerde Osmanlı’nın mağlûb olmasının sebebi,
sür’atle asker sevkiyâtı yapılacak yolların bulunmaması, cephelere Türk
ordusunun zamanında yetişememesi idi. Eskişehir-Adana-Bağdâd hattının yapılması
ile, Rusların, Doğu Anadolu üzerinden sıcak denizlere inme ve Kudüs-i şerîfi
himaye hayâli sona eriyordu. Bağdâd ve Medîne hatları ise, İngilizlerin,
Hindistan’a kısa yoldan geçme siyâsetine engeldi ve bununla Osmanlı’nın Mısır’a
tekrar hâkim olması İhtimâli vardı. Abdülhamîd Han, demiryolunun emniyeti
bakımından yolun denizle temas eden noktasını kontrol altında tutmak için Akabe
kalesine iki tabur asker gönderdi. Bunun üzerine İngiltere, Osmanlı Devleti’ne
bir ültimatom verdi. Sultan buna karşı İngiltere’nin buna hakkı olmadığını
söyleyerek, yeni sınırı, kurulacak bir komisyonun belirleyeceğini bildirdi.
Sultân’ın dâhiyane politikası neticesinde Akabe Osmanlı’da kaldı (Bkz. Akabe
Mes’elesi).
Sultan Abdülhamîd Han; orta boylu,
geniş göğüslü, omuzları kalkık, sesi kalın ve gür, konuşması tane tane ve gayet
sakin idi. Sık sık tebessüm eder, fakat kahkaha ile güldüğüne hiç rastlanmazdı.
Yürüyüşü tabiî ve pek vakarlı, gayet nâzik, her hâlinde bir fevkalâdelik vardı.
Çok hassas, zekî, hafızası sağlam ve dikkatliydi. Giyinişi, yaşına uygun ve
zarif olup, kış ve yaz, önü iki sıra düğmeli, İnce veya kalın yumuşak
kumaşlardan yapılmış uzun palto giyer, sıhhate en müsait olan kumaşları tercih
ederdi. Sadeliği ve intizamı ön plânda tutar, yaptığı ve yapacağı şeyleri not
eder, yaptıracaklarını da not ettirirdi. Zekâsı ve gönül alıcı muamelesi,
yabancıların da hürmetini kazanmıştı. Bu sebeple işlerini kolaylıkla gördürürdü.
Hâl ve tavrında görülen fevkalâdeliğe hayran kalanlar, ona hizmet etmek,
işlerini kolaylaştırmak hususunda yarışır, iftihar ederlerdi.
Abdülhamîd Han, maiyyetine ve
vekillerine, ilim ve san’at erbabına ihsânı, ecnebilere hediyesi bol ve kıymetli
idi. Mevkilerine, hizmet ve başarılarına göre ihsân ve ikrâmda bulunurdu.
Halkdan, fakirlik ve sıkıntı içinde olanların hâlini haber alınca, para veya
eşya gönderir, hastalara bizzat doktor yollardı.
Sultan Abdülhamîd Han’ın şahsiyeti
hakkında, İngiliz koramirali Sir Henry Woods hatıratında şöyle demektedir. “Bana
göre sultan Abdülhamîd, gelmiş geçmiş Osmanlı pâdişâhları arasında en müstesna
mevkii işgal edenlerden biridir... Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri gelen
en başarılı hükümdarlardandır. Çok sakin ve gösterişten uzak bir hâlde yaşardı.
Bir mes’eleye çözüm ararken, mütehassıslarını dinler, ancak onların fikirlerine
esir olmazdı. Şehzâde iken de akıllı, nâzikti ve o zaman da İstanbul’a gelen
seçkin Avrupalılar kendisini ziyaret etmek isterlerdi... Eğer sultan Abdülhamîd
Han olmasaydı, devleti akılla idare etmeseydi, devlet çoktan yıkılmış olurdu.
Türkiye’yi para ve personel bakımından kemiren, yoksul bırakan, gelişmesini
durduran Doksanüç Rus harbinin yaralarını sarabilmesi hayrete şayandır. Dış
borçları ödedi, orduyu kuvvetlendirdi ve Osmanlı Devleti’ni gene dostluğu ve
ittifakı aranır bir hâle getirdi... Sultan Abdülhamîd düşürülmeseydi, Birinci
cihân savaşı patlamıyacaktı. Aksini farz etsek bile Sultan, Türkiye’yi tarafsız
bırakacak ve harbden sonra hiç yıpranmamış bir Türkiye, yıpranmış devletler
arasında sivrilecekti... Yoksul halk tabakalarının bütün dertleriyle üzülerek
ilgilendi ve doğrusu hıristiyan tebeasını da ayırmadı. Çok büyük olan servetini
bu yolda kullandı... Devlet yönetimini Bâb-ı âlî’den Yıldız’a alarak sistemi
bozdu. Avrupa büyük basınını günü gününe ve mühim kitapları yayınladıkları aynı
yıl tercüme ettirip, okur veya okuturdu. Bu şekilde 6.000 kitap tercüme
ettirmiştir ki, defterler hâlinde kütüphânesinden çıkmıştır.
Mükemmel dış politikasının esas
prensipleri; soğukkanlılık, hareketsizlik, harp tehlikesini atlatmak,
devletlerin aralarındaki en uyuşmaz noktaları, düşmanlıkları, kıskançlıkları
derhâl teşhis edip, Osmanlı lehine kullanmaktı... Sabahın erken saatlerinden
gecenin geç saatlerine kadar çalışarak pek az uyurdu. Halîfelik sıfatına, diğer
pâdişâhlardan çok daha ehemmiyet vermiştir. Dünyânın her tarafındaki
müslümanlarla meşgul oldu. Onları İstanbul’a sevgi ve saygıyla bağlandı.
İstanbul’da devamlı olarak binlerce yabancı müslüman bulunur, Orta Afrika’dan
Çin’e kadar olan ülkelerdeki müslümanlar gelip gider, telkin ve emir
alırlardı... Gerçek aile babası, çocuklarına düşkün, onları iyi terbiye eden,
hoşsohbet bir hükümdardı. Orduyu kullanmaya azmetseydi, hiç bir kuvvet onu
tahtından indiremezdi. Ama buna yanaşmadı. Zâten savaşa ve kavgaya değil, ince
diplomasiye inanırdı... Her seviyedeki adamın bir değeri olduğunu bilirdi...
Hareket ordusu, üç beş bin kişiden ibaretti. Arnavud, yahûdî, rumlar çoğunluktu.
Yalnız subayları Türk’tü, son Cuma selâmlığında bir kaç gün önce kendisine
refâket eten 8.000 çok iyi yetişmiş hassa askeri bile bu kuvveti bir çarpışta
darmadağın ederdi. Halk kendisini çok sevmiştir. Hal’inden bir kaç gün önceki
son selâmlığında; “Pâdişâh’ım çok yaşa” âvâzeleriyle yeri göğü inleten halk,
samimî idi...”
Sultan Abdülhamîd Han, İslâmıyetin
emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmakta son derece hassasiyet
gösterirdi. Abdestsiz yere basmazdı. İslâm’a aykırı yurt içinde ve dışında
zararlı neşriyat yapılmaması, müslüman evlâdlarının dinlerini ziyana
uğratmamaları için mümkün olan her hizmet ve faaliyeti yürütmüştür.
Çok cesur ve tevekkül sahibi idi.
1898 senesinde Dolmabahçe Sarayı’nın büyük muâyede salonunda Sultan, devlet
erkânı, subaylar, paşalar, yüzlerce yerli ve yabancı temsilcilerle toplantı
hâlinde bulunduğu sırada, şiddetli bir zelzele oldu. Sultan, bir kaç tonluk
avizenin tam altında bulunuyordu ki, avize sağa sola saat rakkası gibi
sallanmaya başladı. Kahraman paşalar, cesaretli subaylar, ömrünü savaşlarda
geçirmiş gâziler birbirlerini çiğneyerek dışarı kaçarken, Pâdişâh yerinden bile
kımıldamadı. İstifini dahi bozmadan; Allahü teâlânın kelâmından bâzı âyet-i
kerîmeler okuyarak, büyük bir vekâr ve tevekkül ile neticeyi bekliyordu.
Âbdülhamîd Han’ın çocukları: Selîm
Efendi, Abdülkâdir Efendi, Ahmed Efendi, Burhâneddîn Efendi, Abdürrahîm Efendi,
Nûreddîn Efendi, Bedreddîn Efendi, Mehmed Âbid Efendi, Ulviye Sultan, Zekiye
Sultan, Ayşe Sultan, Refia Sultan, Hadîce Sultan, Sâmiye Sultan.
PÂDİŞÂH DA NEFERDİR
Alâtini Köşkü muhafız kumandanı
kolağası Râsim Celâleddîn Bey, sultan Abdülhamîd Han’la konuşmak için izin
isteyerek huzuruna gelip; “Zât-ı
hümâyûnunuzu rahatsız ettim” beni mazur görünüz, dört
düvelle harp hâlinde olduğumuzu söylemem gerekiyor!.” deyince, Sultan hayretle;
“Dört düvelle mi?.. Kim bunlar Râsim Bey? Hemen Allah ordu-yı hümâyûna nusret,
kuvvet versin, inşâallah zafer bizimdir?” diye sordu. Râsim Bey başını yere
eğmiş, ağlayacak gibi konuşuyordu: “Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve
Sırbistan’la hakanım ve maalesef yenilmek üzereyiz!..” Sultan; “Dört düvel
birleşir de haberimiz olmaz mı Râsim Bey? Bu nasıl bir gaflettir! Bu devletler
birleşemezler ki!.. Aralarında kilise kavgası var... Yıllar yılı süren Makedonya
boğuşmasını hatırlamıyor musunuz?..” diye sordu. Râsim Bey; “Kiliseler kânununu
çıkararak, Meclis-i meb’ûsan ve âyân bu ihtilâfı hâl etti. Başımıza bu işlerin
açılacağını kim bilebilirdi ki? Selanik bugün yarın düşmek üzere... Sizi
İstanbul’a götürecekler. Bunu hemen size haber vermek için emir aldım” dedi.
Buna çok üzülen Sultan Abdülhamîd Han büyük bir öfke ile; “Râsim Bey! Râsim
Bey!.. Selanik demek, İstanbul’un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz
nerede? Nasıl bırakılıp da gidilir?.. Bırakıp gidersek târih ve ecdâd bizim
yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim hazretleri buranın tahliyesine razı mı oldu?..
Hayır, ben razı değilim! Yetmiş yaşında olduğuma bakmayın... Bana bir tüfek
verin, asker evlâdlanmla beraber Selânik’i ben son nefesime kadar müdâfaa
edeceğim!” dedi.
Fakat Sultan Reşâd’ın selâmı ve
ricası iletilince, bir Osmanlı hânedânı mensubu olarak Pâdişâh’ın irâdesine
boyun eğmek durumunda olan sultan Abdülhamîd Han, İstanbul’a nakledilmeyi kabûl
etti.
ABDESTLE İMZA!..
Sultan Abdülhamîd Han, âcil iş zuhur
edince, gecenin herhangi bir vaktinde uyandırılmağını ister,
ertesi güne bırakılmasına rızâ
göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Esâd Bey, hâtırâtında
şöyle demektedir: “Bir geceyarısı, çok mühim
bir haberin imzası için Sultân’ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet
bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı.
Acaba Sultan’a bir emr-i Hak mı vâki oldu?
diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım, açıldı. Sultan, elinde havlu ile
yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek; “Evlâd, bu vakitte çok mühim bir iş için
geldiğinizi anladım. Daha ilk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Abdest aldım. Onun
için geciktim. Kusura bakma. Ben bu kadar zamandır bu milletin hiç bir evrakına
abdestsiz imza atmadım. Getir imzâlıyayım” dedi. Besmele çekerek
imzaladı.”
Sultan Abdülhamîd Han-II Devri Kronolojisi
7 Eylül 1876 : Sultan Abdülhamîd Han’ın kılıç
alayı.
31 Ekim
1876 : Sırbistan ve Karadağ
harekâtının durdurulması hakkında Rus Ültimatomu.
19 Aralık
1876 : Rüşdî Paşa’nın istifası,
Midhat Paşa’nın ikinci defa sadrâzam olması.
23 Aralık
1876 : Tersane Konferansı ve
Meşrutiyet’in îlânı.
5 Şubat 1877 : Midhat Paşa’nın hudud hâricine
sürülmesi.
19 Şubat
1877 : İlk Meclis-i meb’ûsânın
(Millet meclisinin) açılışı.
24 Nisan
1877 : Rusların Osmanlı Devleti’ne
savaş ilânı.
11 Eylül
1877 : Plevne
zaferi.
10 Aralık
1877 : Plevne’nin düşmesi ve Gâzi
Osman Paşa’nın esir olması.
31 Ocak
1878 : Edirne
mütârekesi.
13 Şubat
1878 : Meclis-i meb’ûsânın
tatili.
3 Mart 1878 : Ayastefanos Andlaşması’nın
imzalanması.
20 Mayıs
1878 : Ali Süâvî olayı (Çırağan
Vak’ası).
4 Haziran 1878 : Türk-İngiliz ittifakı ve Kıbrıs
Muahedesi.
13 Temmuz
1878 : Berlin Andlaşması’nın
imzalanması.
18 Mayıs
1880 : Ziyâ Paşa’nın
ölümü.
12 Mayıs
1881 : Tunus beyliğinin Fransa
himayesine girmesi.
27
Haziran 1881 : Yıldız Mahkemesi’nde ilk
duruşmanın başlaması.
20 Aralık
1881 : Düyûn-i umûmiyenin kurulması.
11 Temmuz
1882 : Mısır
Mes’elesi.
30 Eylül
1895 : İstanbul’da ermenilerin
çıkardığı ilk karışıklık.
26
Ağustos 1896 : İstanbul’da ermenilerin
çıkardığı ikinci karışıklık.
18 Nisan
1897 : Yunan
seferi.
4 Aralık 1897 : Osmanlı-Yunan
barışı.
18 Aralık
1897 : Girid’e muhtariyet
verilmesi.
5 Nisan 1900 : Plevne kahramanı Gâzi Osman paşa’nın
vefâtı.
5 Kasım 1901 : Fransızların Midilli’ye asker
çıkarması.
21 Eylül
1902 : İlk Makedonya
ihtilâli.
29
Ağustos 1904 : Sultan beşinci Murâd’ın
vefâtı.
21 Temmuz
1905 : Pâdişâh’ın ermeniler tarafından
bomba ile öldürülmek istenmesi.
1 Ekim 1906 : Akabe Mes’elesi.
10
Haziran 1908 : Revâl
mülakatı.
23 Temmuz
1908 : İkinci Meşrûtiyetin
ilânı.
5 Ekim 1908 : Bulgaristan Prensliği’nin krallık
şeklini alması.
17 Aralık
1908 : İkinci Meşrûtiyet meclisinin
açılması.
13 Nisan
1909 : 31 Mart
Vak’ası.
27 Nisan
1909 : Sultan Âbdülhamîd Han’ın
tahttan indirilmesi ve Selânik’e gönderilmesi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Devlet ve Memleket Görüşlerim (Abdülhamîd
Han. Neşr. A. Çetin, R. Yıldız, İstanbul-1976)
2) Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri (Nşr. İsmet
Bozdağ, İstanbul-1980)
3) Abdülhamîd’in Muhtıraları (Nşr. M.
Hocaoğlu, İstanbul-1976)
4) II. Abdülhamîd’in İngiliz Siyâsetine Dâir
Muhtıraları (İ. H. Uzunçarşılı, Târih Dergisi, sayı-10 (43),
İstanbul-1954)
5) Hâtırât-ı Sultan Abdülhamîd-i Sânî (Neşr.
Vedat Örfî. İstanbul-1340)
6) Abdülhamîd’in Yıldız Hâtıraları (Tahsin
Paşa, İstanbul-1931)
7) Tezâkir (A. Cevdet
Paşa)
8) Mâruzât (Â. Cevdet
Paşa)
9) Zübdet-ül-hakâyık (A. Midhat,
İstanbul-1294)
10) Üss-i İnkılâb
(A. Midhat. İstanbul-1294)
11) Mir’ât-ı
Hakikat; sh. 159
12) Saray
Hâtıraları (Ali Saîd, İstanbul-1338)
13) Meclis-i
Meb’ûsan İlk Devre Müzâkere Zabıtları (H. Târık Us,
İstanbul-1940)
14) Osmanlı
İmparatorluğunda Avrupa Mâlî Kontrolü (C. D. Blaisdell, Tere. H. A. Kuyucak,
İstanbul-1940)
15) Son Sadrâzamlar
(İbn-ül-Emîn); cild-3, sh. 1264
16) Abdülhamîd-i
Sânî’nin Notlan (İbn-ül-Emîn, T. T. Em. sayı-13(90), 1926)
17) Mesâil-i
Mühimme-i Siyâsiye (A. F. Türkgeldi, Ankara-1988)
18) Babam
Âbdülhamîd (Ayşe Osmanoğlu, İstanbul-1960)
19) Îlân-ı Hürriyet
ve Sultan II. Abdülhamîd Han (N.
Nazif Tepedelenlioğlu, İstanbul-1960)
20) II. Abdülhamîd
ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Komitacılar (N. Tepedelenlioğlu,
İstanbul-1964)
21) Sultan
Âbdülhamîd II ve Bugünkü Muârızları (Raif Ogan,
İstanbul-1965)
22) The Eastern
Question (M.S. Anderson, N. York-1966)
23) Siyonizm ve
Türkiye (Yaşar Kutluay, İstanbul-1967)
24) Abdülhamîd
Devri Eğitim Sistemi (Bayram Kodaman, İstanbul-1980)
25) Siyonizm ve
Filistin Sorunu (M. Kemâl Öke, İstanbul-1982)
26) İngiliz Câsâsu
Prof. Arminius Vambery’in Gizli Raporlarında II. Âbdülhamîd ve Dönemi (M. Kemâl
Öke, İstanbul-1983)
27) Şark Mes’elesi
ve II. Abdülhamîd’in Garb Politikaları, (M. Kemâl Öke, Osmanlı Araştırmaları
sayı-3, İstanbul-1982)
28) Îzahlı Osmanlı
Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 285
29) Sultan
Abdülhamîd’in Hal’i ve ölümüne Dâir Bâzı Vesikalar (Uzunçarşılı, Belleten, 1946,
sayı-27)
30) Büyük Türkiye
Târihi; cild-7, sh. 131
31) Osmanlı
İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-13, sh. 3
32) Ulu Hakan
Âbdülhamîd Han (N. F. Kısakürek, İstanbul-1970)
33) Sultan II.
Abdülhamîd’in Doğu Anadolu Politikası (B. Kodaman,
İstanbul-1983)
34) Osmanlı
İmparatorluğu’nun Teceddüdü (P. İmper, Terc. Hasan Ferhâd,
İstanbul-1339)
35) Es-Sultan
Âbdülhamîd es-Sânî, Hayâtuhu ve Ehdâsü Ahdihî (Orhan Muhammed Ali,
Bağdâd-1987)
36) Hayâtımın Acı
ve Tatlı günleri (Şâdiye Osmanoğlu, İstanbul-1966)
37)
El-Cem’iyyet-ül-Masoniyye, Hakâikuhâ ve Hafâyâhâ (Dr. Ahmed Calûş.
Kâhire-1966)
38) Tam İlmihâl
Seâdet-i Ebediyye; sh. 1025
39) Eshâb-ı Kiram;
sh. 293, 374
40) Rehber
Ansiklopedisi; cild-1, sh. 41
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.