Bir Annenin Oğlunu Cepheye Uğurlayışı |
Çanakkale istihkâmında Mehmed oğlu Seyyid Çavuş'un 275 kilo ağırlığındaki mermiyi sırtında taşıması |
Bilecik istasyonunda bir askerî tren harekete hazır idi. Lokomotif buhar hazînelerinde fazla geleni keskin bir hışırtı ile dimdik semâya savuruyordu. Otuz iki vagon birbirine yapışmış, şanlı yolcularının harp safını taklit edercesine dizilmişti. İkinci zil çalınmış olmalı ki vagonlara inen binen yok. Fakat askerî trenlerin ikinci zilleriyle üçüncü zilleri arasında epeyce zaman geçtiğini biliriz. Sivil yolcu trenlerinin hareket ânını hatırlatan kondüktörlerin "tamâm tamâm" nidaları askerî bir trenin harekete hazır olduğunu anlatmaz. O sağdan saydıran, mevcudun adedini anlatan başka bir usûle, başka bir tamâma tâbi olduğundan askerî memurlar bütün mevcûdiyetleriyle çalışıyorlar, vazifelerini ikmâle uğraşıyorlardı.
Arıburnu'nda Kanlısırt'ta düşman siperine dikilen gâzî alay sancağıyla muhafızları |
Trenin tam karşısında ve kapısı açık, kırk beşlik bir vagonun hizasında bir karaltı vardı, oraya mıhlanmış duruyordu. Abdülkâdir Kemâlî bu karaltının ne olduğunu anlamak istemişti. Evvelâ nöbetçidir, diye hükmetti. Hakîkatte bu vatan evlatlarının şefkatli bir bekçisiydi.
Yanına yaklaştığı zaman uzun boyu, manevî kederlerin büktüğü bellerin eğilmiş şeklini andırırcasına biraz önüne doğru eğilmişti. Elinde bir değnekçik, sırtında bağlı bir torba vardı. Karaltı, hazîn sükûnu, sessiz lisânına, gözyaşı döken kalbine tercüman olmuş, mukaddes bir maksatla yaşayan bir âbide gibi orada çakılmış kalmış bir Türk anası idi. Yıldırımların salıverdiği kuvvetli projektörlerin aydınlığı, sararmış, çizgili çehresini gösterdi. Başındaki örtü ıslanmış, çenesine, şakaklarına, akçıl saçlarına yapışmıştı. Yıldırımların kesildiği her sınırlı zaman zarfında gözleri vagona çevriliyordu. Abdülkâdir yaklaştı:
Çanakkale siperlerinde askerlerimiz |
- Şimendiferde/trende asker oğlum var, onu geçirmeğe, selâmetlemeğe geldim.
- Oğlun kimdir, nerelidir?
- Söğüt'ün Akgünlü köyünden, Osmancık'ın ana yatağından, Mahmud oğlu Hüseyin.
- Çağırayım mı, görmek istiyor musun?
- Ona bir sözüm var, söyleyecektim. Zahmet olmazsa sana duâ ederim.
Abdülkâdir vagona koştu. Bir künye okudu: Mahmut oğlu Hüseyin, Söğüt. Bir ses:
- Efendim. Benim Mahmut oğlu Hüseyin, Söğüt Akgünlü'den.
- Gel oğlum, seni anan görmek istiyor.
- Oğlun kimdir, nerelidir?
- Söğüt'ün Akgünlü köyünden, Osmancık'ın ana yatağından, Mahmud oğlu Hüseyin.
- Çağırayım mı, görmek istiyor musun?
- Ona bir sözüm var, söyleyecektim. Zahmet olmazsa sana duâ ederim.
Abdülkâdir vagona koştu. Bir künye okudu: Mahmut oğlu Hüseyin, Söğüt. Bir ses:
- Efendim. Benim Mahmut oğlu Hüseyin, Söğüt Akgünlü'den.
- Gel oğlum, seni anan görmek istiyor.
Delikanlı vagondan atladı. Şimşek ışıltılarından seçilebilen levendâne bir vücut, filiz gibi bir boy; Hüseyin çelik bir heykel gibi hazır ol vaziyetinde, sağ el selâm ve ihtiram mevkiinde, Abdülkâdir'in karşısında emre hazır idi. Beraberce yürüdüler. Muhterem validenin karşısında durdular. Hüseyin anasının elini öptü. Zavallı valide ciğerparesini bir daha kokladı. Dedi ki:
-Hüseyin! Dayın Şıpka'da, baban Dömeke'de, ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale'de şehîd oldular.
Bak, son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse, sütlerim haram olsun, öl de köye dönme. Yolun Şıpka'ya uğrarsa, dayının ruhuna fatiha okumayı unutma. Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin.
Hüseyin bu sözleri, kalbinin ahd ve vefa derinliklerine gömdüğünü îmâ eden bir huşu ile dinlemişti. Anasını ve Abdülkâdir'i selâmladı, gitti.
Abdülkâdir, bu büyük ruhlu kadınla yalnız kalmış idi, sordu:
-Valide, demek ki sizin soyun erkekleri hep şehîd oldular öyle mi?
-Yalnız bizim soy değil oğul. Elli yıldır köylü mezarlığa delikanlı gömmedi. Dîn dursun da bırak, biz hep ölelim.
-Şimdi köyünüzde hiç erkek yok mu?
-Köyümüz bütün erkek dolu. Bizi beğenemediniz mi? Hiçbir işimiz geri kalmadı, evvelden nasılsak yine öyleyiz. Bağrımıza kara taş bağladık, düşman mahvoluncaya kadar dayanacağız. Yaradanım bana o günü göstermeden canımı almasın.
Abdülkâdir, bu ulu validenin karşısında donmuş kalmıştı. Dayanamadı, gözlerinden iftihar yaşları salıverdi ve bir îmân ve kanâatle şu sözleri söyleyerek ayrıldı: "Milleti doğuran da ana, yaşatan da."
YEDİKITA
Eylül 2008
www.yedikita.com.tr
Hüseyin bu sözleri, kalbinin ahd ve vefa derinliklerine gömdüğünü îmâ eden bir huşu ile dinlemişti. Anasını ve Abdülkâdir'i selâmladı, gitti.
Abdülkâdir, bu büyük ruhlu kadınla yalnız kalmış idi, sordu:
-Valide, demek ki sizin soyun erkekleri hep şehîd oldular öyle mi?
-Yalnız bizim soy değil oğul. Elli yıldır köylü mezarlığa delikanlı gömmedi. Dîn dursun da bırak, biz hep ölelim.
-Şimdi köyünüzde hiç erkek yok mu?
-Köyümüz bütün erkek dolu. Bizi beğenemediniz mi? Hiçbir işimiz geri kalmadı, evvelden nasılsak yine öyleyiz. Bağrımıza kara taş bağladık, düşman mahvoluncaya kadar dayanacağız. Yaradanım bana o günü göstermeden canımı almasın.
Abdülkâdir, bu ulu validenin karşısında donmuş kalmıştı. Dayanamadı, gözlerinden iftihar yaşları salıverdi ve bir îmân ve kanâatle şu sözleri söyleyerek ayrıldı: "Milleti doğuran da ana, yaşatan da."
YEDİKITA
Eylül 2008
www.yedikita.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.